HABEŞİSTAN HİCRETİ
Müslümanların Mekke
müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın öngördüğü biçimde özgürce
yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki
Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında
(614), ikincisi de altınca yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa
hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci
Habeşistan hicreti olarak adlandırılır.
Kur'an'da hicret, cihaddan sonra
en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin
için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek
Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde,
yaşadığı çevrede bu amacına ulaşamıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün,
malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz.
Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı
seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de,
müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim
yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini
bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu
konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden
korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın
arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükafatları hesapsız
ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10) buyrularak bir hicretin
gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah
uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret
mükafatı ise daha büyüktür" (en-Nahl,16/41), ayeti ise müminleri
hicrete açıkça teşvik eder.
Kur'an, bir yandan müminleri
hicrete hazırlarken, diğer yandan da hristiyanlık ve Hz. İsa hakkında
gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde
gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi.
Ayrıca, müminlere hristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği
öğretildi: "İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en
güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size
indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir, biz de O'na teslim
olanlarız" (el-Ankebût, 29/46). Bu hazırlama ve bilgilendirmeden
sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık
işaretler taşıyan şu ayetler geldi: " Ey inanan kullarım, benim
arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize
döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları cennette, altlarından
ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz; orada ebedî olarak
kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve
Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz;
onları da, sizi de Allah besler. O işitendir, bilendir"
(el-Ankebût, 29/56-60). Ankebût suresi, çoğu müfessire göre Habeşistan
hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmiştir. Ancak
merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle surenin Habeşistan hicretinden önce
indiği sonucuna varır. Ona göre önceki müfessirleri surenin hicretle
ilgili ayetleri yanıltmış, yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur.
Daha önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış olmalı ki, Türkçe'ye
"Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" adıyla çevrilen
eserinde andığımız ayetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine
işaret eden bir anlam taşıdıklarını belirtir (II, 233).
Andığımız son ayetler indiği
sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı
ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber,
müminlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret
yurdu olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza
göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı
ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir
inanca (Hristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada
yayılma imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir.
Hz. Peygamber'in tavsiyesi
üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göçtü.
Nübüvvetin beşinci yılının (614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu
hicrete en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadın
olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b.
Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b.
Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de
bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi
karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir
özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet
ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet
görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra,
müşriklerin müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle
Habeşistan'dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince
gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, herbiri bir kabîle
reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.
Habeşistan'dan dönen müminlerin
büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı.
Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte
yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu
göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini
verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Ca'fer b. Ebî Tâlib'in
önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın
olmak üzere toplam 101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin
hemen tümü, ikinci hicrette de yeraldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir
matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan
aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin
kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti.
İkinci Habeşistan hicreti müşrik
liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde
gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın
İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir
müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne
geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b.
Ebî Rabîa'yı Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi
kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın
çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların
da yardımlarıyla. Necâşî'nin müslümanları Mekke'ye iade etmesini
sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi
elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir
insan olan Necâşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine
ortak edemediler.
Elçiler Necâşî ile görüşerek
muhacir müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi
dinlerini terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din
icad ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade
edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden
bir karar veremeyeceğini belirterek müslümanları yanına çağırttı;
elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî
Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla
elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek
istedikleri katiller olup olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın
sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade talebinde
bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini
tekrarlaması ve Necâşî'nin İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz.
Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı.
Ca'fer b. Ebî Tâlib, İslâm
öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm hakkında kısaca bilgi
verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz, cahil
bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü
işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi
davranmaz, kötülük yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları
yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru
sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber
gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim
ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden
yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na
ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine
vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan,
kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz
kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten,
iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti.
Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet
etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti.
Biz ona inandık ve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah
tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir şeyi eş,
ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı
şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize
yürüyüp bizi yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara taptırmak,
dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleyegeldiğimiz
kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar
bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları,
dinimizle aramıza girdikleri zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak
zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık.
Ey Hükümdar, bir, senin yanında hiçbir zulme ve haksızlığa
uğramayacağımızı umuyoruz" (M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke
Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih,
II, 225).
Konuşmayı dikkatle dinleyen
Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu.
Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem
Suresinin ilk otuzbeş ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri
gözyaşları içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın
getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini tasdik ederek, elçilere
müminleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa
hakkında çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek Necâşî'nin kararını
değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, resulu, ruhu ve
O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bakire olan
Meryem'e ilka ettiği kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca
Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı.
Habeşistan muhacirleri uzun
yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre
içinde başta Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına vesile
oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden
önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük
bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında
Medine'ye gelerek müslümanlara katıldı.
HABEŞ ÜLKESINE ILK HICRETIN
TARIHI VE ORAYA ILK HICRET EDENLER:
Nübüvvet'in beşinci yılında,
Receb ayında
1) Hz. Osman b. Affan, b.
Ebil'As, b. Ümeyye
2) Hz. Osman'ın zevcesi Hz.
Rukayya bint-i Resulüllah
3) Ebu- Huzeyfe b. Utbe, b.
Rebia, b. Abd. Şems
4) Ebu- Huzeyfe'nin zevcesi
Sehle bint-i Suheyl, b. Amr
5) Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid,
b. Esed
6) Mus'ab b. Umeyr, b. Haşim, b.
Abd. Menaf, b. Abduddar
7) Abdurrahman b. Avf b. Abd.
Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre
8) Ebu- Seleme b. Abdul'esed,
b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum
9) Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü
Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah, b. ömer, b. Mahzum
10) Osman b. Mazun, b. Habib, b.
Vehb, b. Huzafe, b. Cumah
11)Amir b. Rebia'el'Anzi
12)Amir b. Rebia'nın zevcesi
Leyla bint-i Ebi Hasme
13) Eb- Sebre b. Ebu Rühm, b.
Abdul'uzza'l'Amiri
14) Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü
Külsum bint-i Suheyl b. Amr
I5) Hatıp b. Amr, b. Abd şems
16) Süheyl b . Beyza
17) Abdullah b. Mes'ud
Dinlerinden döndürülmekten
korkup dini bir vazife olarak , Kimi, yalnız başına, kimi, zevcesiyle,birlikte,
Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya
olarak.Mekke'den, gizlice yola çıktılar. Bu, İslam'da, ilk hicret idi.
GARANİK HADİSESl VE İÇ YÜZÜ
Resulullah Aleyhisselamö bir gün
Mekkede Kabe de Necm suresini okumağa başlayıp surenin ,son ve Secde
ayeti olan 62. Ayetini okuduktan sonra, orada ,Secde etmiş,orada
bulunan yanındaki arkasındaki herkes,Müslümanlar, Peygamberimize uyarak
secde etmiş, cemeatten, secde etmeyen kimse kalmamıştır.Müşrikler,
putlarının adını işittikleri için,putlarına, tazim maksadıyla secde
etmişlerdi.Bu habesistandaki müslümanlara yanlis aksettirildi. Mekkeli
Müsriklerin Müslüman olduklari zannedilerek bazi müslümanlar
Habesistandan Mekkeye geri Dönmüslerdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
HAZRET-I ÖMERIN MÜSLÜMAN OLUSU
Kureyş Müşrikleri Habeş ülkesine
hicret eden müslümanları, kendilerine teslim etmemesi üzerine
işkencelerini artırmaya başladılar.Kureyş Müşriklerinin azıllılarından
Ebu Cehil, kureyşlilere teklif götürerek Peygamberi öldürülmesini
teklif etti,ve bunu yapabilen her kim olursa büyük ödülün verileceğini
ilan etti.Hz.Ömer ‘’ben buna talibim’’ dedi.Ona’’ Ey Ömer!Sen,buna
elverişlisin!’’dediler.Hz.Ömer,vereceğiniz mallar hakkında Sağlam
Kefalet var mı? Diye sordu.Ebu Cehıl ‘’Evet var! Dedi.Hz.Ömer bu
hususta onlarla bir anlaşma yapti. Hazret-i Ömer'in kiz kardeşi Fatima
bint-i Hattab, Said b. Zeyd, b, Amr,b. Nufeyl ile evli olup Fatima
hatun da, Said b. Zeyd de, Müslüman olmuşlardi.Fakat,
Müslümanliklarini, Hz. Ömer'den, gizli tutuyorlardi.Yine, Hz. Ömer'in
mensup bulundu§u Adiy b. Ka’b oğullarından Nuaym b. Abdullah Nahham da,
Müslüman olmuştu.Kavmindan korktuğu için, o da, Müslümanlığını, gizli
tutuyordu.Habbab, b. Erett, Fatıma hatuna gelip gidip Kur'an, okur ve
okuturdu,
Bir gün, Hz, Ömer;
Peygamberimizle Eshabından bir cemaata saldırmak üzre, kılıcını,
kuşanmış olarak, evinden çıkmıştı ki Peygamberimiz ve Eshabının, Safa
tepeciğinin yanındaki bir evde toplandıkları ve kadınlı,erkekli kırk
kişiye yakın oldukları,
kendisine haber verilmişti.Dar-ı Erkam'da; Peygamberimiz Aleyhisselam
ile Amucası Hz. Hamza,Eshab-ı Kiramdan Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Habeş
ülkesine hicret etmeyip Peygamberimizle birlikte Mekke'de oturan
Müslümanlardan bazıları da, bulunuyordu.Nuaym b. Abdullah, Hz, Ömer'e
rast geldi. Ona "Ey Ömer! Nereye gitmek istiyorsun?" diye
sordu.Hz, Ömer: "Kureyşilerin işlerini, darmadağan
eden,Akıllarını, akılsızlık sayan, Dinlerini, ayıplayan, İlahlarına,
dil uzatan , Şu Ata dinini, bırakıp yeni din tutan Muhammed'e gitmek
istiyorum! Öldüreceğim onu!" dedi.Nuaym b. Abdullah "Vallahi,
ey Ömer! Seni, nefsin aldatmıştır nefsin! Sen, Muhammed'i, Öldürünce,
Abd. Menaf oğullarının, seni, yeryüzün gezer bırakacağını mı
sanıyorsun.Sen, kendi ev halkına, dönsen de, onların işi üzerinde
dursan olmaz mı dedi.Hz. Ömer ", Sen, benim Ev halkımdan,
hangisini kasdediyorsun?" diye
sordu, Nuaym b. Abdullah
"Enişten ve Amucanın oğlu olan Said b, Zeyd, b,Amr'ı ve kız
kardeşin Fatıma bint-i Hattab'ı, kasd ediyorum! Vallahi, ikisi de,
Müslüman oldular, Muhammed'e, uydular ve Onun,dinine girdiler!
Sana, önce, onlarla ilgilenmek
düşer!" dedi. Hz. Ömer, hemen, geri dönüp kız kardeşi ile
Eniştesinin evine kadar gitti.O sırada, onların yanında Habbab b. Erett
ve onun yanında da, içinde Taha suresi yazılı bir Sahife, bulunuyor,
onu, onlara okuyordu: Hz. Ömer'in tıkırtısını, işittikleri zaman,
Habbab, evin bir köşesinde gizlendi.Fatıma, hatun Sahife'yi alıp
uyluğunun altına sakladı. Hz. Ömer, evin yanına geldiği zaman,
Habbab'ın, Fatıma hatunla Said
b.Zeyd'e, Kur'an okuduğunu,
işitmişti.Eve, girince "İşitmiş olduğum o şey, ne idi?" diye
sordu.Kız kardeşi ile Eşniştesi ` `Sen, bir şey işitmedin ! ' '
dediler.Hz. Ömer "Evet! Vallahi, ikinizin de, Muhammed'e
uyduğunuzu ve Onun dinine girdiğinizi, haber aldım!?" dedi ve
hemen Eniştesi Said b. Zeyd'in üzerine çullandı.Fatıma hatun kalkıp
onu, kocasının üzerinden ayırmak, uzaklaştırmak isteyince, Hz. Ömer,
vurup Fatıma hatunun başını yardı!
Hz. Ömer, bunu, yapınca, kız
kardeşi de, Eniştesi de "Evet! Biz, Müslüman olduk, Allah'a ve
Resulüne iman ettik!
Sen, istediğini yap!"
dediler. Hz. Ömer, kız kardeşinin başını, yarıp kanattığını, görünce,
yaptığına pişman oldu. Yapmak istediği şeylerden vaz geçti. Kız
kardeşine "Demin okuduğunuzu sizden dinlediğim şeylerin yazılı bu-
lunduğu şu Sahife'yi, bana, ver de,
Muhammed'in getirdiği şeyin ne olduğuna bir bakayım?" dedi.Kız
kardeşi "Biz, senin Sahife'ye, bir şey yapmandan,korkarız!"
dedi.Hz.Ömer "Korkma!" dedi ve onu, okuduktan sonra, geri
vereceğine, ilahları üzerine yemin etti.Bunun üzerine, Fatıma hatun, Onun
Müslüman olacağını umarak "Ey
Kardeşim! Sen, puta taptığın
müddetce, pissin (temiz değilsin!) Halbuki, Ona (Kur'an-ı Kerim, yazılı
Sahife'ye) pak olandan başkası, dokunamaz! " dedi.Hz. Ömer, kalkıp
yıkanınca Fatıma Hatun, ona, Sahife'yi, verdi.Sahife'de, Taha suresi
yazılı idi.Hz. Ömer, sureyi baş tarafından okumağa başladı.Hz. Ömer:
"Bu sözler, ne kadar güzel, ne kadar değerli!" demekten,
kendini, alamadı. Habbab, bunu, işitince, saklandığı yerden çıkıp Hz.
Ömer'in yanına geldi.
"Ey Ömer! Vallahi, Allah'ın,
Peygamberinin duasını, sana nasib edeceğini, umuyorum:Ben, dün,
Peygamber Aleyhisselam'dan işittim ki: O; (Ey Allahım!
İslam'ı,Ebulhakem b.Hişam veya Ömer b. Hattab ile güçlendir!) diyerek
dua etmişti. Ey Ömer! Artık, Allah'dan, kork! Allah'dan!" dedi.Hz.Ömer,
Habbab'a "Ey Habbab! Sen, bana, Muhammed'in bulunduğu yeri, göster
de, yanına varıp Müslüman olayım?" dedi.Habbab: "O, Safa
tepesinin yanındaki bir Ev'in içindedir.Yanında da, Eshabından
bazıları, bulunuyordur." dedi.Hz. Ömer, hemen kalkıp kılıcını,
kuşandı. Sonra, Peygamberimiz Aleyhisselam ile Eshabının bulunduğu yere
kadar varıp kapıların, çaldı.Hz. Ömer'in sesini, işitince,
Peygamberimizin Eshabından bir Zat kalkıp kapının gediğinden dışarı
baktı.Hazret-i Ömer'i, kılıcını, kuşanmış olarak, görünce, korktu.
Peygamberimizin yanına döndü "Ya Resulallah! Bu, Ömer b.
Hattab'dır. Kılıcını kuşanmış bir haldedir!" dedi.Hz.Hamza
"Ona, izin ver! Eğer, o, iyilik için geldi ise, kendisine bol bol
iyilik ederiz.
Eğer, kötülük için geldi ise,
onu, kendi kılıcıyla öldürürüz!" dedi.Peygamberimiz "Ona,
izin veriniz!" buyurdu.
Kapıdaki zat, ona, izin
verdi.Peygamberimiz, kalkıp ona, doğru vardı ve kendisi ile avluda
karşılaştı.Kuşağından veya ridasının toplandığı yerden tutup kendine
doğru hızlıca çekti. ve ’ Ey İbn. Hattab Ne getirdin Vallahi, Allahın,
sana, bir musibet indirmesine kadar duracağını, sanmıyorum!"
buyurdu. Hazret-i Ömer "Ey Allah'ın Resulu! Ben, Allah'a, Allah'ın
Resulüne ve Ona, Allah'dan gelen şeylere iman edeyim diye Senin yanına
geldim!" dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz
"Allahu Ekber!" diyerek Tekbir getirdi.Peygamberimizin
Eshabından olan ve evde bulunan halk, hz. Ömer'in Müslüman olduğunu,
anladılar.Onlar da, Tekbir getirdiler.Tekbir sesleri, Mekke yollarında
duyuldu.Hz. Ömer, der ki: "Müslüman olup ta, dövülmeyen, dövmeyen
bir kimse görmedim.Ancak, bundan, benim payıma, hiç bir şeyin
düşmediğini gördüm.Kendi kendime (Müslümanlar, musibetlere uğrarlarken,
ben, musibete
uğramamak istemem !) dedim.
Müslüman olduğum gece, kendi kendime düşündüm. (Mekke
halkından,Resulullah Aleyhisselam'a, düşmanlıkta en azılısı kim ise,
gidip Müslüman olduğumu, ona, haber vereyim! Tamam! Ebu Cehl'e, haber
vereyim. dedim.Sabaha çıktığım zaman, Ebu Cehl'in kapısını, çaldım. Ebu
Cehl, yanıma çıkıp (Hoş geldin kız kardeşimin oğlu! Ne haber getirdin?)
dedi.(Allah'a ve O'nun Resulü olan Muhammed'e iman ve Kendisinin
getirip
bildirdiği şeyleri tasdik
ettiğimi, sana, haber vereyim diye geldim!? deyince, kapıyı, yüzüme
çarparcasına kapayıp (Allah, Seni de, Senin getirdiğin haberi de,
çirkin ve iyilikten uzak etsin!) (Allah, senin de, belanı versin, senin
getirdiğin haberin de,belasını versin!) dedi." Ve Hz. Ömer
Müslüman olduktan sonra Müslümanlar açıktan ,Kabede ,toplu, cemeat
halinde namaz kılmaya başladılar.Ve Hz.Ömer Müslümanlığı seçtikten
sonra , islamiyete meyili olan bir cok Kureyşli islamiyeti seçmeye
başladılar.
HİCRET
Bir yerden başka bir yere göç
etmek.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve
ashabının İslâm devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç
etmeleri.
Rasûlullah Mekke'de tebliğ
görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı.
Peygamberimiz tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu
nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta
direnmişler ve Peygamberimizi taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz onların
bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hacc
mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı
anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi
ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler
Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında
değerlendirdiler.
"Yahûdilerin geleceğini
bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın"
dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman
oldular.
Medine'de bulunan Yahudiler bir
Peygamber'in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle aralan açılan
Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber
gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin
kökünüzü. kazıyacağız" diyorlardı.
Akabe'de Müslüman olan
Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına
aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki
kişilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle
görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları
öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak
hususunda" peygamberimize söz verip bey'at ettiler.
Peygamberliğin onüçüncü yılında
Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke'ye
geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.
Hz. Peygamber (s.a.s), amcası
Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu
Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye
başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk
konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin
oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik
ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek
istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak
isterim. Siz ona vereceğiniz sözü yerine getirebilecek ve kendisini
muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne
iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak
rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakımı. Yine
kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak
yaşasın."
Hz. Abbas'tan sonra Hz.
Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar
düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine
bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbımıza bey'at
ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi,
oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de,
esirgeyip koruyacağız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini
bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde
sadıkız".
Peygamberimiz iki şart ileri
sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız
O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip
koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu.
Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var"
dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler
"bu kârlı alış veriştir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.
Mekke müşrikleri Akabe
bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına
çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra
peygamberimiz müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk
olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret
için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan
müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak
karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük
bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."
Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve
diğer müslümanlar hicret ettiler.
Hz. Ebû Bekir de hicret etmek
istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana
bir arkadaş bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz.
Ebu Bekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.
Kureyşliler müslümanların
Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin
hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis
binasında toplandılar. Çeşitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek
sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.
Ebu Cehil, her kabileden bir
delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi
öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün
kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini
bildirdi.
Onlar bu tip hileler
düşünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın
kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına
başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim
edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin
evinde kalması emredildi.
Gecenin geç vaktinde müşrikler
Peygamberimizin evini kuşattılar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a
sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmiştir. Bir müddet
sonra müşrikler Peygamberimizin yatağında yatanın Hz. Ali olduğunu
görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.
Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebu
Bekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hıra mağarasına
gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin
kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri şaşırtmak için de böyle bir
yola başvurulmuştu.
Müşrikler hz. Ali'yi ve Hz. Ebû
Bekir'in kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir.
İz
sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir
ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin
hemen Rasûlullah'ın oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin
ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün mağarada gizlenmesinin mümkün
olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.
Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz.
Ebu Bekir bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah
ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebu Bekir'in çobanı da
koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye
çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykıt Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in bineceği
develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek
yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri
gizleniyorlardı.
Kureyşliler, Peygamberimizi
bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca şaşkına döndüler. Onu bulana yüz
deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz
deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya başladılar. Her yöne
haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna
gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip
olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik
bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta
anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek
için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden
susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve
oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı.
Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetişti.
Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı.
Peygamberimizin duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü.
Böylece Allah bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü yalnız bırakmamış
ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.
Atının kuma gömülmesi sonucunda
gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz de ona dua
ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu.
Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç
bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için
müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.
Kureyş'in vadettiği yüz deveye
sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden
yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize yetişmişti. Ancak bütün
gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ
edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd,
peygamberimizin Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını
düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı,
böylece
Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarlığını yapmış oldu.
Peygamberimizin Mekke'den
çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün
güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya
kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak
yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye başlamıştı. Peygamberimizin
ve arkadaşlarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak
heyecanla " ey Arap topluluğu! İşte nasibiniz, devletliniz,
beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın geldiğini
onlara haber verdi.
Medineliler yollara dökülüp
Peygamberimizi karşıladılar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldı ve
Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetişti.
Süheyb b. Sinan da hicret etmek
için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek
istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak
şartıyla yoluna devam etti.
Peygamberimiz bir kaç gün sonra
Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini
Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir.
Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla
Neccaroğulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.
Neccaroğulları Peygamberimizi
Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu.
Allah Rasûlü hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu
açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir
araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarından kimin evinin
yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin
evine misafir oldu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in
Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.
Bütün mü'minler, evlerinin
damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ
Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı.
(Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve
damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû
ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar,
Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud
Sünen, II, 579)
Kadınlar ve çocuklar, hep bir
ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran
oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber!
Sen boyun eğmemiz gereken bir emr ile geldin bize" diye şiirler
okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II,
58).
Berâ' b. Âzib: "Peygamber
(s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri
kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim demiştir.
Enes b. Mâlik de: "Ben,
Rasûlullah'ın Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün
görmedim" der (İbn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).
Rasûlullah Medine'ye varınca
mü'minlerin her biri kendi evinde ağırlamak istediler ve bu konuda
yarışırcasına hareket ettiler. Rasûlullah'ı misafir edebilmek için
devesinin önüne geçiyorlardı. Efendimiz onlara "Devenin yolunu
açınız! Nereye çökeceği ona emir buyurulmuştur" diyordu
(Semhûdî-Vefâü'l-Vefâ, I,183).
|
|
TARIHTE HICRET: HZ. İBRAHIM (A.S)'IN HICRETI:
Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel
tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir bir işkencelere maruz
kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir
netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip almamıştır. Artık
netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim
de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.
Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını
anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle
yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir (Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).
Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir
yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karşı yer de olsa Cennet'te
İbrahim ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."
ASHAB-I KEHF'IN HICRETI:
Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak
istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların
aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü
gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne
sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık
davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından
endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle
yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her
bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler"
(el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da
onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in, kavimleri
Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân
övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulman ve
Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.
"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar
edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık
yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?"
dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka)
bağlamıştık."
(Birbirlerine şöyle demişlerdi):
"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından
ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size
rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el
Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini
açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih
etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı
duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.
HABEŞISTAN'A HICRET:
İslâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle
zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle
sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük
baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahabiye
Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye
edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine
Habeşistan'a iki defa hicret edildi.
Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir
inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir
ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi
ama. en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan
İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz
böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar
tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi
bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu...
HICRETIN HÜKMÜ:
Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret
edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder.
Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde
işaret etmektedir:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere
melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde
dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de:
"Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz
ya" derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne
kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde
bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol
bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:
"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte
durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında)
ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup
öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine İbn Abbas
(r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat
müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler
onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü.
Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler,
savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler.
Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr,
Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).
Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta
tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini
kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamiyle yaşayabilmek için
herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm
etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf
kimseler bundan müstesnadır.
Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan
herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret
etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne
göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr Tefsîr, I,
542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir
durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine
getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten alıkoymaz.
Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa
vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada
katılabilmek için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi
mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir.
Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde
dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada
durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden
başkalarının,da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu
görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet
ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te
müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir
(eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin,
herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine
getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı
konusunda icmâ' vardır (eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 29).
Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım,
yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim?
Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş
sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir.
Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret
ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de
bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda
ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100). Bu bakımdan ne rızık
endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri
kalamaz.
Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman
iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini
yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil
edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib
gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın
kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen
olacaktır.
İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat
verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler
İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan
dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz,
Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin
belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve
kıyamete kadar kaimdir.
Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını
getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını
istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret
yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla,
amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını
ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul
et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini
yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid
b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden
hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır (İbn Mace
Keffâret).
Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir.
Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi
fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata
yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın
hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.
Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz
edilmektedir:
"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (eş-Şevkânî
a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en
hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû
Davûd, Cihad).
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret
etmenin farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den
Darü'l-İslâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî:
"Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi
için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret
Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir"
(eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29) der.
Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet
başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini
isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar
Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar.
Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı
olduğu bir müessesedir.
Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabalıkları bile hicret edip
etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına
verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a
davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra
bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu
yaptıklarında do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de
leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa,
durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara
mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte
cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (İbn
Kesîr, Tefsîr, III, 329).
Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti,
durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.
Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı
zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla
yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve
yüzlerce savaşçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması,
İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm
ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak
ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm
düşmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, İslam
Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz İslâm devleti
sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması
noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur.
Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.
HICRET EDENLER VE ECIRLERI:
Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız
kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında
terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir
şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi
düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler
vermektedir:
"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad
edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/
219; et-Tevbe, 9/20).
"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan)
onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın
kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o
cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/100).
"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri
dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise
daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı" (en-Nahl, 16/41).
Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi
şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını
anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce
işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı
şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü
bilmiyor muydun?"
Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir.
Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren
Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle
birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz
çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların
mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine
zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ
kullarına şöyle seslenmektedir:
"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü
(çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin
(el-Ankebût; 29/56).
Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım
müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir.
Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları
bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri
için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler,
Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır
bulursan orada yerle" ( İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14).
Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün
genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar
geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın
emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor,
Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin
yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği
yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra,
onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet
ettikleri yerdir."
İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup
büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü
hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun.
Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin
bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa
vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı,
ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan
genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek
mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V,
3790).
MEDİNE DÖNEMİ
İnsanlığın, cehaletin, şirkin ve putperestliğin karanlığından ilâhi
gerçeklerin aydınlığına kavuşup, ebedî kurtuluşa erebilmesi için gönderilen
son din olan İslâm'ın örnek bir topluluk tarafından nasıl yaşanacağının
ortaya konduğu ve insanı insana köle olmaktan kurtaran, bunu bütün
insanlığı kucaklayacak şekilde hakim kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın
devlet sisteminin kurulduğu Medine'ye hicretle başlayıp, Resulullah
(s.a.s)'in ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve cihat dönemi.
İslâm, Resulullah (s.a.s)'in yirmi üç yıllık bir tevhid mücadelesi
sonucunda tamamlanmış, kemale ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin
vahyoluşundan Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik
bölümü Mekke Dönemi* olarak adlandırılır. Mekke Dönemi, müslümanların takibata
uğradığı, her türlü eziyet ve işkencenin onlara acımasızca reva görüldüğü
bir dönemdir. Allah Teâlâ, mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar
topluluğunu insan tahammülünün ötesinde zorluklarla imtihan ediyor,
kurulacak İslâm devletinin sarsılmaz temel taşları olmaları için ruhî bir
hazırlık safhasından geçiriyordu. Bu insanlar aynı zamanda kıyamete kadar
gelecek müslüman nesillere, tağutların yıldırma ve her türlü işkencelerine
karşı nasıl tahammül etmeleri gerektiğinin örneklerini veriyorlardı.
Mekkeli müşrikler, inananları susturmak için bütün yolları denemiş,
ancak uyguladıkları zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin
dinlerinden vazgeçeceklerini umdukları halde, onların imanlarında daha da
sağlamlaştıklarını ve kendilerine karşı koymada dirençlerinden hiç bir şey
kaybetmediklerini görmüşlerdi. Bu, onların tamamen sertleşmelerine ve
müslümanların Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak kararlar almalarına
sebep olmuştu.
Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri her yerde saldırıya uğrayan
müslümanlar için Mekke'de barınma imkânları tamamen ortadan kalkmıştı. Bu
insanlar, sırf rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların taptıkları saçma
ilâhlarına tapınmayı reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap
oluyorlardı. Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak için her şeyini
feda etmeye hazır bu insanlar imanlarından dolayı zulüm görmeyeceklerini
bildikleri Habeşistan gibi uzak ve yabancı bir diyara hicret etmek zorunda
kalmışlardı. Ancak bu hicret Mekke'de dayanılmaz baskılardan bunalan Müslümanların
bir an olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak
düşünülmüştür.
Bu arada kendisine iman etmediği halde Resulullah (s.a.s)'i müşrik
zorbaların bütün saldırılarına karşı korumayı, her türlü zorlama ve
tehditlere rağmen sürdüren amcası Ebu Talib vefat edince onun yerine
Haşimoğullarının başına İslâm'a karşı en acımasız kimselerden biri
olan Ebu
Leheb geçmişti. Artık Resulullah için Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O,
Mekke'de ilâhî merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin her gün değişik
türde saldırılarına maruz kalıyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebliğine
kulak verebilecek başka topluluklara yönelmek zaruretini hissetmişti. Bunun
için ilk önce Taif'e gitmiş, ancak orada kimseye birşey dinletemediği gibi,
taşa tutulmuştu. O, Mekke'den ayrıldığı zaman Ebu Leheb onu "toplum
dışı" ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de engellemek istemişti.
Bu durumda birilerinin ona eman hakkı tanıması gerekiyordu ki, Mekke'ye
girebilsin. Kendisini himayesi altına almak için müracat ettiği üçüncü
kimse olan Mut'im İbn Adiyy bu isteğini kabul etmiş ve tekrar Mekke'ye geri
dönebilmişti. Tevhidî gerçekleri tebliğ görevine başlamasından sonra
çektiği onca ızdırablara ve her geçen gün sistematik bir şekilde zorlaşan
güçlüklere ve kavminin azgınlıklarına rağmen o, Allah'ın kelimesini
yüceltmek için yılmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz bir
kararlılıkla mücadelesini sürdürmüştür.
Resulullah (s.a.s), tevhid akidesini insanlara tebliğ etmede; Mekke
panayırlarına ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen
yabancıları hedef almaya yöneldi.
Onlara Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği gerçekleri bildirerek,
kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu:
"Beni himayeniz altına alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz
ki, İran ve Bizans İmparatorluklarının sahip ve efendileri sizler
olursunuz". Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red cevabı alarak
kovulmuştu. Neticede Allah Tealâ'nın takdir ettiği ve hidayetine lâyık
gördüğü bir grubu Akabe mevkiinde İslâm'a davet ettiğinde, onlar hiç
tereddüt göstermeden iman etmişlerdi. Altı kişilik bu küçük topluluk,
Medine'de sürekli mücadele halinde olan iki rakip kabileden Hazrec
kabilesine mensup kimselerden oluşuyordu. Bu altı kişi memleketlerine
döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman ettikleri yeni tevhidî dinlerini
diğer insanlara anlatmaya koyulmuşlardır. Bir sonraki yıl yine Akabe
mevkiinde Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve ikisi de
Evs kabilesindendi. İşte bu buluşmadadır ki, Medine döneminin temellerini
oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı olarak geçen bey'at
gerçekleşmişti.
Resulullah (s.a.s), onlara dinin bir takım temel prensiplerini
bildirmiş ve bunlara uymaları konusunda onlardan kesin söz almıştı.
Resulullah (s.a.s), İslâm'ı öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca
tayin ederek Medine'ye göndermişti. Bir yıl sonra Mus'ab, Resulullah'a
sunduğu raporunda Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı bir evin kalmadığını
bildiriyordu.
Birinci Akabe Bey'atin'den bir yıl sonra, yine aynı mevkide bu sefer,
ikisi kadın yetmiş üç kişiden oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş ve
İkinci Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti. Bu
bey'atla Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek istediğini
bildirmiş ve kendisini bütün düşmanlarına karşı koruyacaklarına ve emrinden
ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti. Medineli
müslümanlar, Resulullah (s.a.s)'i savaşta ve barışta, her türlü tehlike ve
tehditlere karşı koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.
Resulullah (s.a.s), Medine'de oluşan İslâm cemaatini teşkilatlandırmak
maksadıyla her sop için bir başkan seçmiş ve bunların hepsine birden, Es'ad
İbn Zürâre'yi başkan tayin etmişti.
Bu bey'attan sonra Resulullah (s.a.s)'a Medine'ye hicret emri verildi
(Buharî, Menâkibul-Ensar, 45). Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar
küçük gruplar halinde Medine'ye gitmeye başladı. Kısa zaman sonra Mekke'de,
yakınları tarafından engellenen kimseler ve Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı. İslam'ın bu şekilde Mekke
dışına taşması, Mekke şehir devletini idare edenleri tedirgin etmişti.
Çünkü onlar, Resulullah (s.a.s)'ın Medine'de meydana getireceği gücün
ileride kendi müşrik yönetimlerine son verecek bir duruma gelmesinden
korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçış değildir. Zira
onlar Allah'tan başka korkulacak bir gücün varlığına inanmıyorlardı. Onlar,
Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri uğruna her şeylerini feda
etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın tesbit etmiş olduğu bir hareket
stratejisinin uygulanmaya konmasından başka bir şey değildir.
Tehlikenin boyutlarını kavrayan Mekke müşrikleri, önemli kararlarını
almak için toplandıkları bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya gelerek
Resulullah'ı öldürme kararı almışlardı. Ancak onlar, Allah Tealâ'nın
Resulünü korumakta olduğundan habersizdiler. Onların kurduğu komplo hiç bir
işe yaramamış, Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı
tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O, ilk önce Medine'nin
girişinde Kuba köyünde konaklamış ve burada bir mescit inşa etmişti.
Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye hareket eden Resulullah
(s.a.s)'i Medineli müslümanlar büyük bir coşku içerisinde karşılamış ve
herkes, onu evinde konaklama şerefine nail olmak için yarışa girmişlerdi.
O, başını boş bıraktığı devesinin çöktüğü boş arsaya en yakın olan
Ebu
Eyyub el-Ensarî'nin evine yerleşmişti.
Resülullah (s.a.s)'in Kübaya ulaşmasıyla İslâm vahyinin Mekke dönemi
olarak adlandırılan ve kendine has bir özelliği olan dönemi kapanıyor ve
İslâm'ı insanlara ulaştırıp, onların müşrik zorbaların tahakkümünden ve
şirkin karanlığından kurtarmak için kuvvetin teşkilatlandırılıp, devlet
şekline sokulmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s)'in vefatına kadar on sene
sürecek olan yeni bir dönem başlıyordu.
İLK YAPILAN MESCİD
Resulullah (s.a.s)'in ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden
satın alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı ile
anılan bu mekânın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü
fonksiyon oldukça büyüktür.
MESCİDU'N-NEBEVİ
Resulullah (s.a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla
birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf,
Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i
Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en
faziletlisidir.
Resulullah (s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin
dışında bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla
bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği
zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek
için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah
(s.a.s); "Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allahın razı olacağı
bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra,
iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu
Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde
evine taşıdı (bk. Hicret mad.).
Resulullah (s.a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan
Neccaroğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de
Resulullah (s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ
karşılığında burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.
İbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin
arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada
kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen
bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı.
Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa
edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de
yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I,
239).
Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar,
Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-usta
topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina
edildi. Resulullah (s.a.s) çalışmaları idare edip, mescidin kıble
tarafındaki temellerinin atılması ve diğer planlamaları yapmakla
yetinmeyip, çalışmalara bir işçi gibi taş, kerpiç taşıyarak katılmıştır.
O,
bu çalışmalar esnasında şu beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret
hayatından başka hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et" (İbn
Sa'd a.g.e., I, 239-240).
Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç
kullanılarak bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre
derinliğinde açılmıştı.
Eni-boyu yüzer zıra (bir zıra =kırkbeş santim) olmak üzere, kare
şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek
şekilde kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney
tarafındaki arka duvarda, ikincisi batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise
Resulullah (s.a.s)'in hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu kapıya
Cibril kapısı denirdi.
Resulullah (s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe
okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)'ın isteği veya ashabın,
cemaatın kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu
göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç basamaklı bir minber
yapılarak, mescite yerleştirildi (Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I,
250-251).
Hicretten on altı ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği
zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrab yapıldı, Kuzeydeki duvarda
da bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak
mescitin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal
ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.
Mescitin doğu tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (s.a.s)'in
hanımları Hz. Âişe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa
edilmişti. Ayrıca yine mescite bitişik olarak, gündüzleri bir
eğitim-öğretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması
için "Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti.
Resulullah (s.a.s)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda
sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi (İbn Sa'd, a.g.e., I,
499).
Medine'de inşa edilen bu mescit aynı zamanda, kurulan İslâm devletine
ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah,
ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi
heyetlerini orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada techiz ederek
yola çıkarır, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta
gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi
(Nesei, Mesâcid, 20).
Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescitin "Suffa" denilen
kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashab ve
seçkin sahabe âlimler, İslâmda ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda
yetişmişlerdi. İslâm'ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından gelenler
için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (İbn Sa'd a.g.e., 255).
Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış idi
(Ahmed b. Hanbel, III, 371).
Resulullah (s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen
ve başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-ı Kerim'i öğreten
diğer öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak
üzere burada okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı
oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cömert
sahabeler tarafından karşılanmaktaydı (M. Hamidullah, İslam Peygamberi,
İstanbul, 1980, II, 832).
Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatıp
kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı (İbn Sa'd a.g.e, 255).
Mescid-i Nebevi, ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme
faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti
bir miktar genişletmişti. Resulullah (s.a.s), vefatından kısa bir müddet
önce, Hz. Ebu Bekir'in kapısı hariç odalardan mescite açılan bütün kapıları
kapattırmıştı (Buhari, Ashab, 3). Resulullah (s.a.s) vefat ettiğinde Hz.
Âişe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.
İlk ciddi genişletme, Hz. Ömer (r.a)'in hilâfeti zamanında yapıldı.
Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave
yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (s.a.s)'ın
hanımlarının odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında
ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)'ın yanına defnedilmişlerdir.
Hicretin yirmi dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa
ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak
mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik
yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise
yüz altmış zıra'a çıkmıştır (İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, III,103;
Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 173).
Emevîler zamanında, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit
yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren
çalışmalarla mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti.
Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının odaları Mescide katılmıştır (İbn Sa'd,
a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)'in kabr-i şerifleri Hz. Âişe (r.anh)
validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite
dahil edildi.
Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle
kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile
örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu
ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları
mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların
yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı.
Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı
saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane
de minare yapıldı.
Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek,
üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında Me'mun,
mesciti tekrar restore ettirdi.
576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah (s.a.s)'den kalan
değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda
yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya
koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu
çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe,
Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan
bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.
654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan
kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda
hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım,
655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin
yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki
Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i
nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer,
Yemen'de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi de Mescite
yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars,
yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini
kaldırarak yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha
zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden
birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının yıkılmasına
sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara
ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.
Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık
bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.
Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi.
Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin
başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın
duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların
taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble
duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe
yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu.
Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının
yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi.
Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.
Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş
ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan
kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe,
Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa
da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit,
Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için
seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve
taşlar kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını
yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene
süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.
Mayıs 1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni
baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık
2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa
faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden
büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde
büyütülmüş bulunmaktadır.
Mescid-i Nebevî'nin Fazileti
Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra,
yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah
(s.a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.
Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (s.a.s) burayı Cennet
bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı
şekilde vasıflandırmıştır.
Bir hadiste şöyle denilmektedir:
"Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan
biri şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma
günü üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi
duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi.
Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü
geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye
başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26;
Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).
Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:
"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve
minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450,
534; V, 41). Diğer bir hadis de; "Evimle minberimin arası, Cennet
bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir" (Ahmed b.
Hanbel, II, 236) şeklindedir.
Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" (Ahmed, b. Hanbel, VI
289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8).
Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak
üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi
hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada
bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan,
yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.
Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa
çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde
Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka bir yere
(ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i
Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).
Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan
çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'ın
şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i Haram
hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır"
(Ahmed b. Hanbel, I,184); Başka bir rivayette "daha faziletlidir"
(Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.
Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen
insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin
güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün
bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla
mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s)
bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır:
Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat
eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden
kimseye benzer" (Ahmed b. Hanbel, II, 418).
Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi
mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir: Ben peygamberlerin
sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî, Mesâcid,
7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa edilecek hiç bir
mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine
denk olduğunu da ortaya koymaktadır.
Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman, burada Mekke'deki
gibi bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den
başka, varlıklarını bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren
Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç yahudi kabilesi
bulunmaktaydı. Ayrıca bu yahudi kabileleri arasında da bir birlik yoktu. Bu
anarşi ortamı herkesi bıktırmış olduğu için, bütün kabileler Abdullah İbn
Ubeyy'in Medine'de Kral ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulması
yolunda bir karar üzerinde anlaşmalarını sağlamıştı. Hatta bunun için bir
krallık tacının yapılması için de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz
devlet teşekkül etmiş değildi. Bu durum Resulullah'ın işini
kolaylaştırıyordu. O, ilk iş olarak, yahudiler ve diğer müşrik Araplar da
dahil herkesi toplayarak hazırladığı anayasa çerçevesinde bir devlet
kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa,
herkesin hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin
müslümanların elinde olmasını öngörüyordu (bu anayasanın maddeleri için bk.
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1980, I, 220 vd.).
Medine'de müslüman nüfus azınlıkta olmasına rağmen, kurulan devlet bir
İslâm devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah
(s.a.s)'dir. Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı, Resulullah
(s.a.s)'ın İslâm devletini kurup hiç kimse ile bir çatışmaya girmeden onu
istediği gibi teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı. Ancak İslâm devletinin
kurulmasıyla krallığı suya düşen Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman etmiş
gözükerek, Medine İslâm devletini sabote etmek için var gücüyle
çalışıyordu. Münafıkların lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi
boyunca, müslümanları sıkıntıya sokan etkili nifak hareketlerinin
tezgâhlanmasında oldukça büyük rol oynamıştır.
Mekke'den her şeylerini terkederek Allah yolunda hicret eden
muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal hayata
adapte etmek için Resulullah (s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş
ilân etmiş ve bu kardeşlik birbirine mirasçı olmak kadar ileri
götürülmüştü. Bu olay tarihe "Muahat" * adıyla geçmiş ve Ensar'ın
Allah yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük
fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya koymuştur.
Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye
hicretle devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli
değişiklikleri beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara
itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı. Bu dönemin tabiatı
bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence ve saldırılara rağmen
müşriklere karşı silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.
İkinci Akabe Bey atının peşinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya
Resulullah, izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan geçirelim"
dediğinde Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadık, arkadaşlarınızın
yanına dönün" buyurmuştu (Ahmet b. Hanbel, III, 462).
Hicretle birlikte, devletin kurulmasından hemen sonra, Allah Teâlâ
inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek cihatın
kapısını açıyordu: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım
etmeye elbette kadirdir" (el-Hac, 22/39).
Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri açısından durumun
vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah (s.a.s)'i
öldürmeleri, en azından Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı
takdirde Medine'yi işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah
(s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya gayret
gösterirken, sınırları tespit edilmiş ve henüz bir şehir devleti
niteliğindeki bölgenin dışında kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya
saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan gelebilecek bir tehlikeyi
karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu. Ancak burada önemli olan
husus, müslümanlar, planlarını savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif
olarak diğer insanlara da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır. Bunun için
askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır. Bundan dolayıdır ki Hicret, sadece
Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış, nerede olursa
olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin
fethine kadar geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek
kalmadığı için kaldırılmıştır.
Resulullah (s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı inen ayetleri,
Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve
İslâm öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş
ashabın katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün müslümanları kapsayacak
şekilde yerine getiriliyordu.
Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları yanında İslâm devletinin en
önemli düşmanı olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin
hazırlıkları da yapılıyordu. Resulullah (s.a.s), Hicretten yedi ay sonra,
Mekkeli müşriklere ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret
kervanını vurmak için Hz. Hamza komutasında otuz kişilik bir birliği
Medine'den yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği olan Mecdi b.
Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan kuvvetler savaşmadan
ayrılmışlardı.
Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris
komutasında yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti.
Seniyyetül-Murre mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir
çatışma meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar
arasında tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu kervanlara yapılan
saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere ait ticaret
kervanlarının İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek,
savaş halinde bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu.
Ayrıca bu küçük çaplı askerî operasyonlarla müslümanların savaş
yeteneklerinin geliştirilmesi ve tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki
büyük savaşlar için İslâm ordusunun alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.
Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin
edilerek, yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti.
Ancak, Mekke kervanı bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir
çatışma olmadan Medineye dönülmüştü.
Hicrî ikinci senenin Şevval ayında, ikiyüz kişilik bir kuvvetle
Resulullah (s.a.s)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir. Bedir
yakınlarındaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (s.a.s), bu bölgede
oturan Benu Damra kabilesi ile bir saldırmazlık antlaşması yapmıştı. Bundan
bir ay sonra Resulullah (s.a.s), ikiyüz kişilik bir kuvvetle Medine'nin
kuzey batı tarafında bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı
bir takibe alan Resulullah (s.a.s), çıktığı seferler esnasında bir takım
kabilelerle. antlaşmalar akdediyor ve Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli
müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.
Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar tarafından kontrol altına
alınması Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri
ikinci yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki Mekkeli
bir birlik Medine'nin dış mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları
yağmalamıştı. Medine'ye henüz dönmüş bulunan Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli
birliği yakalamak için peşlerine düştüyse de, kaçıp gittiklerinden onlara
yetişmesi mümkün olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu.
Bunun üzerine Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca
Resulullah (s.a.s), hemen Medine'nin güney batı tarafında bulunan Benu
Damra arazisine doğru yola çıktı. Burada Müdlic kabilesine mensup olup,
hicret esnasında Resulullah (s.a.s)'i yakalamak isteyen, ancak sonra iman
eden Suraka Resulullah (s.a.s)'i kabile mensupları ile birlikte büyük bir
coşku ile karşılamıştı. Suraka'nın müslümanları ağırlaması esnasında
Mekke
kervanı savuşup gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların sayısı yüz elli
kişi kadardı.
Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini sağlamak için Resulullah
(s.a.s) iki kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca oniki
kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke devletinin
müslümanlar hakkında tasarladıkları planları öğrenmek için tehlikeli bi r
görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle
mevkiine gönderdi. Bu birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için
görevlerini bildiren mühürlü talimatın iki gün yol alındıktan sonra
açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle bölgesine geldiğinde Mekkelilere ait
üzüm ve deri yüklü bir kervanla karşılaştı. Görevi sadece haber toplamak
olan birliğin komutanı Abdullah İbn Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş
sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki esir alınmış ve kervandaki mallara
ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine ait askerî birlikler düşmanla
ilk defa ciddi bir çatışmaya girmiş oluyordu.
Şam tarafına gitmiş olan kervanın dönüşte ele geçirilmesi için
hazırlıklara girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü
Mekkeli müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai
darbeyi vurup ortadan kaldırmak için gerekli olan finansı sağlamak
gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük kervanı Suriye'ye
göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi Medine'ye ulaşınca Resulullah
(s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın
Ramazan ayında üçyüz kişiden oluşan ashabıyla birlikte yola çıktı. Bunu
öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken, aynı
zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım yetiştirilmesini
istemişti.
Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı
galeyana getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına
geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran denilen yere
geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola çıktıkları haberi
Peygamber'e ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı kurtarmış ve
tehlikeyi atlattığını yola çıkmış bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak
Ebu Cehil, yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek için yoluna devam etti.
Ashabıyla bir durum değerlendirmesi yapan Resulullah (s.a.s), onların Allah
yolunda savaşmadaki kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat daha
kalabalık müşrik güçlerle savaş kararı alınarak yola devam edildi. Bedir
mevkiine gelindiğinde, vaziyet almış durumdaki düşman ordusuna karşı
mevzilendi.
Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek bir mahiyet arzetmekte idi. Bu
savaş ya kazanılacaktı veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm
risaleti tarihe karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in
Rabbine yaptığı şu tazarru açıkca ortaya koymaktadır: "Allah'ım,
vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün şu küçük ordu yok olup
giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak".
Allah Tealâ bu esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen şu ayeti
vahyediyordu:
"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına
dönüp kaçacaklardır" (el-Kalem, 68/45).
17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan savaşta Allah Teâlâ'nın vadi
gerçekleşmiş ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu Cehil ve
diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik öldürülmüş, çok
sayıda da esir alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört
kişiydi (bk. Bedir Gazvesi).
Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin temellerini sağlamlaştırmış,
inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla hak batıla üstün
gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin yeryüzünden silinip atılması için
İslâm cihatı meşalesi tutuşturulmuştu.
Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a duydukları düşmanlıktan
dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük zaferi hazmedemeyen
ve kahrolan yahudiler, düşmanlıklarını açığa vurmaya ve değişik yollarla
müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.
İffetsiz bir kadın şair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adındaki
yahudi şairler, İslâma karşı haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi. Yahudi
kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa vuran Kaynuka yahudileri,
Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli arapların savaş bilmemelerine
bağlayıp; "bizimle karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler"
diyerek müslümanları hafife alıyorlardı.
Bir müslüman kadının yahudiler tarafından saldırıya uğraması üzerine
çıkan olaydan sonra Resulullah (s.a.s), Kaynukaoğullarına savaş ilân etti.
Müslümanlara karşı büyüklenen bu yahudi kabile, tıynetlerindeki
korkaklıklarından, sarfettikleri sözleri unutup kalelerine kapanmaktan
başka ça! re bulamadılar. Müslümanlarla çatışma cesaretini gösteremeyen
Kaynukaoğulları teslim olmaları üzerine Medine'den sürülüp çıkarıldılar
(bk. ; Kaynukaoğulları).
Gelişen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ, sosyal, iktisadî, siyasî
konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde
gönderirken, İslâm savaş hukukuna dair teşrii de oluşmaya başlamıştı.
İslâm, canlı bir hayat dini olduğu için, inen hükümler hemen toplum
hayatına yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından hazmedilerek, yaşayışlarını
onlara göre düzene koyuyorlardı. İslâm tebliğinin Mekke safhası, nasıl ki
kıyamete kadar sürecek tevhid mücadelesinde insanlara örnek teşkil etsin
diye Allah tarafından o seçkin topluluğa yaşatılmışsa, Medine dönemi de,
kıyamete kadar müslümanların ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar
her şeyleri için örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluğuna
yaşatılmakta idi.
Bedir savaşından sonra Resulullah, Mekke müşrikleriyle müttefik
konumundaki müşrik kabilelere karşı akınlara girişmişti. Bedir'de
müslümanların elde ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine karşılık
sürülmeleri, geri kalan yahudileri çileden çıkarmıştı. Bütün peygamberlere
ihanet eden bu kavim, Resulullah (s.a.s).ile yaptığı antlaşmaya aykırı
olarak Mekke müşrikleriyle gizliden gizliye komplolar hazırlamaya girişti.
Yahudi liderlerinden şair Ka'b b. Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman
üzüntüsünden;
"Bugün yerin altı üstünden yeğdir" demiştir. Bu adam Mekke'ye
gidiyor ve Bedrin intikamını almaları için onları harekete geçirmeye
çalışıyor, yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair taahhütlerde
bulunuyordu. Düşmanlıkta alenî davranan ve ileri giden bu yahudi
öldürülerek fesatı engellenmişti.
Bedir mağlubiyetini bir türlü hazmedemeyen ve öfkeden çılgına dönen
müşrikler, intikam almak için hemen hazırlıklara girişmişlerdi. Bedir
öncesi, Ebu Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan herkes sadece
sermayelerini almış, kervanın 250.000 dirhem tutarındaki toplam kârı ordu
teşkilinde harcanmak için ayrılmıştı. Mekke dışındaki bir çok kabileye
heyetler gönderilerek para karşılığında asker toplama yoluna gidildi.
Ordunun mümkün olduğu kadar büyük ve kalabalık olması gerekiyordu. Zira
Medine'ye doğru yürüme cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.
BEDİR GAZVESİ
İslâm devletinin Medine'de kurulmasından sonra müslümanlarla müşrikler
arasında meydana gelen ilk savaş. Bu savaşa, yapıldığı kasabanın adıyla
anılarak, Bedir Gazvesi denilmiştir.
Bedir kasabası Medine'nin 120 km. kadar güneybatısında ve Kızıl Deniz
sahiline 20 km. uzaklıktadır. Bedir, Mekke'den gelip Medine'den geçerek
Suriye'ye kadar uzanan yol üzerinde olup, Mekke-Medine arasındaki konak
yerlerinden biri idi. Bedir halkı kasabalarına uğrayan ticaret kervanlarına
verdikleri hizmetler karşılığında elde ettikleri kazançlarla geçinirlerdi.
Ayrıca her yıl Zilkade ayında burada kurulan bir panayır kasaba halkına
önemli gelir sağlardı. Bedir kasabasının İslâm savaş tarihinde önemli bir mevkii
vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) müşriklerle çarpışmak üzere buraya üç defa
gelmişti. Birincisine ilk Bedir Gazvesi adı verilir. Savaşa henüz izin
verilmediği dönemlerde Mekkeli müşrikler müslümanlara saldırılarına devam
ediyorlardı. Fakat hicretin altıncı ayından sonra cihat izni verilince
artık müslümanlar kendilerini ve İslâm devletini koruma imkânı bulmuşlardı.
Bir ara müşrikler o sırada henüz müslüman olmamış olan Kürz b. Câbir'in
kumandası altında bir askerî birlik gönderip Medine'nin çevresine saldırtmışlardı.
Kürz ve yanındaki müşrikler Medine'nin güneyinde Cemmâ denilen yere gelip
müslümanların sürülerine saldırmış ve yağmalamışlardı. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.s.) Medine'de Zeyd b. Hârise'yi devlet başkanlığına vekil
tayin edip bir grup müslümanla Sefevan vadisine kadar ilerledi. Kürz ve
adamlarını takip eden Hz. Peygamber, müşriklerin izlerine rastlamayıp
Medine'ye geri döndü. Bu gazveye ilk Bedir Gazvesi adı verilir. Peygamber,
hicretin ikinci yılında Rabîü'l-evvel (623 Eylül) ay'ı başlarında bu sefere
çıkmıştı.
Müslümanların her şeylerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret etmeleri
müşriklerin İslâm'a ve müslümanlara olan kinlerini dindirmemişti. Hatta
müslümanların Medine'de devletlerini kurup yerleşmeleri Mekkeliler'e çok
ağır gelmişti. Müşrikler İslâm'ın bu başarısını hazmedemeyip mutlaka
durdurmak için yollar aramağa başladılar. Hicretten önce Abdullah b. Übey
b. Selül adındaki kabîle reisi Medine'de taç giyip kral olmak üzere idi.
Fakat akrabalarının ve destekçilerinin büyük bir kısmı müslüman olup Hz.
Peygamber (s.a.s.)'i şehirlerine davet edince, artık burada bir Arap
devleti değil İslâm devleti kurulmuştu. Bunu bir türlü içine sindiremeyen
Abdullah b. Übey, etrafındaki bazı adamlarıyla birlikte İslâm'a
girdiklerini söylemişlerse de asla içten iman etmemiş, münafıklıklarını
sürdürmüşlerdi. Bunu fırsat bilen Mekkeli müşrikler eski dostları olan İbn
Übey'e bir mektup yazarak şöyle demişlerdi: "Siz bizimkileri
barındırdınız. Ya siz Muhammed'i öldürür veya yurdunuzdan çıkarırsınız; yahut
biz hepimiz toptan gelip üzerinize saldırır erkeklerinizi öldürür
kadınlarınızı esir alırız."
Hz. Peygamber ve arkadaşlarının Medine'ye gelmeleriyle krallığı
engellenen Abdullah b. Übey, etrafındaki münafıklarla İslâm'ı içten yıkmağa
çalışıyordu. Onun gayesi gayet açık idi. Krallık isteyen bir adam İslâm
devletinde ve Peygamber'in başkanlığında barınamazdı. Münafıklar, dünya ve
dünya çıkarlarının peşine takılmış müşriklerle işbirliği yaparak, İslâm'ın
Medine'deki hâkimiyet ve devletini yıkmağa çalışıyordu.
Müslümanlar, müşriklerle münafıkların kurdukları bu işbirliğini haber
aldılar. Mekkelilerin gönderdiği bu mektup onların ve Medine'deki
münafıkların gayelerini gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
O bakımdan, müslümanlar çok dikkatli idiler. Bu düşmanlardan
gelebilecek saldırıya hazırdılar. Resulullah ilk tedbir olarak, Medine-i
Münevvere çevresine küçük müfrezeler gönderdi. Bu müfrezeler, Kureyş'in
ticaret kervanına engel oluyor ve Medine çevresindeki kabîlelerle barış
anlaşmaları yapıp, Medine-i Münevvere'nin güvenliğini sağlıyordu.
Hamza b. Abdülmuttalib, Ubeyde b. Hâris ve Sa'ad İbn Ebi Vakkas (r.
an.) gibi ileri gelen sahabiler, bu müfrezelerin başında görev yapmışlardı.
Bunlar kan dökmemeğe dikkat ediyorlardı. Yalnız Abdullah b. Cahş (r.a.)
müfrezesi Bedir'den önce düşmanla çarpışan ilk İslâm seriyyesidir. Bu
hadisenin savaşılması haram aylardan Recep ayının son gecesinde olması,
müşriklerin dedikodusuna sebep oldu. Bu olay üzerine, haram aylarda
savaşmak hakkında aâyetler nazil oldu. Bu ayetlerde, müslümanlara, cihat
izninin verileceğine dair müjdeler vardı. Ve hemen ardından da savaşa izin
veren ayetler geldi.
"Kendileriyle savaşılan (mü'min)lere izin verildi. Çünkü onlara
zulmedilmiştir. Ve Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeğe kadirdir. "
(el-Hacc, 22/39).
"Ey inananlar, korunma tedbirleri alın; bölük bölük veya hep
birlikte savaşa gidin." (en-Nisâ, 4/71).
"(Yeryüzünde) hiçbir kötülük kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak Allah, ne
yaptıklarını görmektedir. " (el-Enfâl, 8/39)
Bu ayetler, müslümanları, müşriklerden yıllarca gördükleri işkencelere
karşı intikam almaya teşvik ediyor; zalimlerden, Allah'ın hâkimiyetini
gasba yeltenmiş müstekbirlerden bu hâkimiyetin alınarak Allah'a iade
edilmesini ve hükmün Allah'a ait olduğunun onlara gösterilmesini istiyordu.
Bunun için de müslümanların gerekli tedbirler alarak ve korunarak
savaşmalarını istiyordu. Bu ayetlerdeki istek elbette Cenâb-ı Hakk'a aitti.
Eğer insanlara ve Resule ait olsaydı zaten onlar yıllarca önce savaşmak ve
zulme isyan etmek istemişlerdi. Ancak, zulme isyan Allah'ın ölçülerine ve
rızasına uygun yapılmalı ve bir zulüm kaldırılırken yerine başka bir zulüm
ikame edilmemeliydi. İşte Medine'deki İslâm toplumu bunu anlıyordu.
Müslümanlar işte bunun için müşriklerle savaşmayı göze almışlardı.
Mekkeli müşrikler defalarca müslümanları tehdit edip, onlara Medine-i
Münevvere yakınlarına kadar gönderdikleri çapulcu birlikleri eliyle
zararlar veriyorlardı. Son zamanlarda Ebû Süfyân'ın da ortaklığıyla
oluşturulan bir kervan Suriye'den mallar getirecek ve bununla müslümanlara
son ve kesin darbe indirilecekti. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s.),
durumu ashabıyla istişare etti. Bu kervanın Mekke'ye ulaşmasına engel
olunması kararı alındı. Bu kararın uygulanması aşamasına gelindiğinde Ebu
Süfyan durumdan haberdar oldu ve Damdam b. Amr el-Gifârî'yi Mekke'ye
göndererek Kureyş'ten yardım istedi.
Ebu Cehil bu fırsatı kaçırmak istemediğinden Kâbe'ye koştu. Müşrikleri
müslümanlara karşı savaşa teşvik etti. Tellâllar çıkararak Mekke
sokaklarında bağırttı. Eli silâh tutan herkes bu müşrik ve putperest orduya
katıldı. Hatta Resulullah'ın müşrik olan amcası Ebu Leheb, kendisi
gidemeyecek kadar hasta olduğu için yerine ücretle bir kiralık asker
gönderdi.
Resulullah hicretin ikinci yılı Ramazan ayının sekizinci günü Abdullah
İbn Ümmü Mektum'u Medine'de kalan yaşlı ve hastalara namaz kıldırmak üzere
görevlendirdi. Yahudilerin karışıklık çıkarmasından şüphelendikleri için
Ebu Lübabe'yi de Medine'de yönetimin başında vekil bıraktı.
Müslüman ordusunun sayısı üçyüzbeş kişi idi. Bunların seksenüçü
Muhacirlerden, altmışbiri Evs'den, geri kalanları da Hazrec kabilesinden
idiler. Muhacirlerden yalnızca Osman b. Affân (r.a.), hanımı Resulullah'ın
kızı Rukiye ağır hasta olduğu için Medine'de kalmıştı. Kendisi de ayrıca
rahatsızdı.
Müslümanların yalnız üç atları ve yetmiş develeri vardı. Bineklerine
sırayla binmek zorundaydılar. Zefiran denilen yere geldiklerinde, Mekkeli
müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler.
Biraz duraklayıp tereddüt ettiler. Çünkü onların büyük hazırlıklarla gelen
Mekke ordusuna karşı koyacak kadar askerleri yoktu. Buna hazırlıklı da
değillerdi. Resulullah ashabıyla yeniden istişare etti. Kervanın peşine mi
düşülmeliydi; yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı. Allah Resulu ve
Muhâcirler ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar. Ensâr ise, Akabe
beyatında verdikleri sözle Medine' de Rasûlullah'ı koruyacaklardı. Şimdi
ise Medine dışında idiler. Rasûlullah (s.a.s.) onlara reylerini sordu.
Ensardan Sa'd b. Muaz şöyle dedi:
"Ya Resulullah, biz sana inandık. Allah tarafından getirdiklerinin
hak olduğunu tasdik ettik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen
Allah hakkı için artık denize girersen, seninle beraber biz de gireriz. Hiç
birimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı durmaktan çekinmeyiz. Muharebeden
geri dönmeyiz. Sabrederiz ve sadakatten ayrılmayız. Bizden memnun kalacağın
işler nasip etmesini Allah' tan dilerim. Hemen Allah'ın bereketini
dileyerek istediğiniz tarafa yürüyünüz."
Resulullah (s.a.s.), ashabının bu birlik ve beraberliğine çok sevindi.
Allah'a hamd ile, müşriklerle karşılaşmak üzere Bedir kuyuları mevkiine
doğru yola koyuldu.
Ebu Süfyan, müslümanların Bedir'e gelmekte olduğunu öğrenince kervanın
yönünü değiştirdi. Deniz tarafından Mekke'ye yollandı. Müslümanlar Bedir'e
gelince, kervan çoktan uzaklaşmıştı.
İslâm ordusu, kumluk bir araziye konakladı. Müşrikler ise Bedir
kuyularını tutmuşlardı. Gece yağan yağmur, hem araziyi pekiştirdi, hem de
müslümanların su ihtiyacını giderdi. Bu Allah Teâlâ'nın onlara bir
yardımıydı.
Daha sonra, buraları çok iyi tanıyan Habbâb b. Munzir'in teklifiyle
ordunun karargâhı değiştirilip Bedir köyünün en sonundaki kuyunun yararına
geçildi. Resulullah (s.a.s.) elini kana bulamak istemediğinden kendisine
ordunun gerisinde bir çadır kuruldu. Çadırının kapısında Sad b. Muaz nöbet
tutuyordu.
Mekkeli müşrikler zırhlar içinde idi. Sayıları bin kişiye yakındı.
Bunun yüz kadarı süvari yedi yüzü develi ve geri kalanı piyade idi. Bu sayı
İslâm ordusunun üç katı idi.
Ordular ibret alınacak bir dağılım sergiliyordu. Tarih hiç bir zaman bu
derece anlamlı bir savaşa tanık olmamıştı. Bir tarafta Müminlerin dostu Ebu
Bekr (r.a.), diğer tarafta müşrik saflarında yer alan oğlu Abdurrahman; bir
tarafta müşrik ordusu komutanı, Utbe b. Rabia, karşısında oğlu Huzeyfe
bulunuyordu. Resulullah'ın amcası Abbas ile Hazreti Zeyneb'in eşi ve
Resulullah'ın damadı Ebu'l As, müşriklerin arasındaydı. Akîl ise kardeşi
Hz. Ali'ye karşı müşrik ordusunda yer almaktaydı.
Bu sırada Ebû Süfyan'ın kervanının Mekke'ye ulaştığı haberi geldi. Ebu
Süfyan müşriklere bir haber göndererek, "Siz kervanınızı korumak için
harekete geçtiniz. Artık savaşmadan geri dönünüz" dedi. Ancak geri
dönmek için arzulu olanlar olduysa da savaşma kararı alanlar çoğunluktaydı.
Ebû Cehil, "Müslümanları öldürmeye bile lüzum yoktur. Ellerini
bağlayıp onları tekrar Mekke'ye götüreceğiz ve böylece İslâm da
bitecek" diyordu.
Bu ordu, İslâm'ın tek ordusuydu. Eğer bu ordu ezilecek ve silinecek
olursa Allah'ın hükmünü hâkim kılacak bir başka topluluk kalmayacaktı. Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın, vadettiğin yardımını bugün lutfet. Ya
Rab, bu bir avuç mücahid yok olursa, bir muvahhidler bu gün telef olursa,
yeryüzünde sana ibadet eden kalmayacak!" diye dua ve niyazlarına devam
etti. Bu sırada da şu mealdeki vahiy gelmişti:
"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına
dönüp kaçacaklardır. " (el-Kalem, 68/45).
Resulullah (s.a.s.) kan dökülmesini istemediğinden Ömer b. el-Hattab'ı
elçi olarak müşriklere gönderdi. Onlar savaş konusunda kararlı
olduklarından Resulullah'ın bu şerefli elçisinin tekliflerini dinlemediler.
Kur'an bir başka ayetiyle müminleri desteklemekte ve Mekkeli müşriklerin
cezalandırılmasını talep etmektedir:
"Onlar, (insanları, Rasülü ve mü'minleri) Mescid-i Haram'dan geri
çevirdikleri ve onun velisi, bakıcısı ve koruyucusu olmadıkları halde Allah
onlara neden azap etmesin? Onun velileri sadece muttakîlerdir. Fakat
çokları bunu bilmez. " (el-Enfal, 8/34).
Bu harpten itibaren, Kur'an-ı Kerîm'de, girişilen bütün savaşlarda
müslümanların yanıbaşında çok sayıda meleğin savaşa katıldığından
bahsedilir. Ancak Bedir savaşı ötekilerden bir farklılık gösterir.
"O zaman sen müminlere.' Rabbinizin size indirilmiş üç bin meleği
ile yardım etmesi, size yetmez mi?' diyordun , "Evet, sabreder,
(Allah' dan) korkarsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler,
Rabbiniz, size nişanlı beş bin melek ile yardım eder", Allah, bunu
size sırf müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yaptı.
Yardım, daima galip ve hikmet sahibi Allah katındadır. " (Âli
İmrân, 3/124-126).
17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü sabahleyin her iki ordu Bedir
kuyularına doğru ilerledi. Müslümanlar bu kuyuların başına kâfirlerden önce
ulaşmışlardı. Müşriklerin tarafındaki kuyular tamamen kapatılıp tutulduysa
da Hz. Peygamber (s.a.s.) düşmanın kendi tarafındaki bir kuyudan su
almalarına müsaade etmiştir. Cahiliye adetlerine göre savaşı iyice
kızıştırıp heyecan doğurmak için gruplar öne adam çıkararak birbirlerine
meydan okurlardı. Müşrikler tarafından Esved adındaki şahıs ortaya çıkıp er
istemiş, buna karşı Hz. Hamza çıkarak onu derhal öldürüvermişti. Bunun
üzerine Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabîa, kardeşi Şeybe ve oğlu
Velid ortaya atıldılar. Bunların karşısına Medineli gençlerden üç kişi
çıkınca, kim olduklarını sormuş ve onlara: "Siz bizim dengimiz ve
muhatabımız değilsiniz, bizim kavmimiz ve kabilemizden adamlar çıksın"
demişlerdi.
Kureyş kâfirlerinin bu istekleri üzerine Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde
b. Hâris çıktılar. Hz. Hamza ile Hz. Ali hasımlarını derhal öldürdüler.
Ubeyde ise hasmını yaralamış kendisi de yaralanmıştı. Onun yardımına koşan
Hz. Hamza ve Hz. Ali (r.a.) derhal Utbe'yi öldürüp yaralı arkadaşlarını
müslümanların karargâhına taşımışlardı. Bu mubarezelerin sonunda taraflar
birbirlerine saldırıya geçtiler. İkindiye doğru müslümanlar tarihin
kaydettiği büyük zaferlerden birini gerçekleştirmişlerdi. Savaş sona
ermişti. Müslümanların, İslâm'ın ve özellikle Hz. Peygamber'in en büyük
düşmanı Ebu Cehil başta olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden çok
kimse hayatını kaybetmişti. Müşriklerden tam yetmiş kişi öldürülmüştü.
Müslümanlar ise on dört şehid vermişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.)
namazlarını kıldırdıktan sonra Allah yolunda canlarını veren bu ilk
şehitleri toprağa verdi. Müslümanlar Kureyş'in ölülerini de yerde
bırakmayıp açtıkları bir çukura gömdüler.
Mekkeli müşriklerden bir miktar esir alındı. Ama henüz Cenâb-ı Allah
esirler hakkında hükmünü bildirmemişti. Peygamberimiz bu esirlerle ilgili
olarak ashabıyla istişarede bulundu. Ashabtan bazıları bunların derhal
öldürülmesini teklif ederken, en yakın müslüman akrabalarının bunu infaz
etmelerini tavsiye etmişlerdi. Buna karşılık başta Hz. Ebu Bekir olmak
üzere bazı sahabeler de bu esirlerin fidye karşılığında serbest
bırakılmalarını teklif ettiler. Rasûlullah bu ikinci teklifi uygun buldu.
Fidye ödeyemeyenlerden okuma yazma bilenlerin müslümanların çocuklarından
onar kişiye okuma-yazma öğretmeleri istendi. Esirler müslümanlar arasında
dağıtıldı.
Hz. Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi. Esirlerden
elbisesiz kalmış olanlara giyecekler verildi. Bu esirler müslümanlarla
birlikte ve onlarla eşit şartlar altında yemeğe oturuyorlardı. Esir
alınanlardan sadece ikisi idama mahkûm edilmiştir. Çünkü bunlar Mekke'de
inananlara yapmış oldukları zulümden dolayı idamı haketmişlerdi.
Rasûlullah'ın, bu ilk askerî karşılaşmada gösterdiği bu insânî tutum ve
davranış daha sonraki olaylarda da değişmemiştir.
Mekke müşriklerinin ileri gelenleri ve başkanları, Bedir'de
öldürülmüştü. Ebû Süfyan ise büyük ticaret kervanının başında olduğu halde
kaçıp kurtulmuş ve bundan böyle Mekke' nin başkanı olmuştu. Oğlu,
kayınpederi ve kayınbiraderi Bedir savaşında öldürülen Ebu Süfyan, bunların
intikamını alıncaya kadar hanımına yaklaşmayacağına, saç ve sakalını
kestirmeyeceğine yemin etti. Bunun yanında karısı Hind de kendi
akrabalarını öldürenleri bulup onların ciğerlerini yiyeceğine and içmişti.
Bedir zaferi, siyasi-dini yapıdaki İslâm devlet ve camiasının daha da
sağlam temeller üzerine oturmasını sağladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) Bedir' de
savaş başlayacağı sırada, secdeye kapanıp Allah'a yönelerek O'na, yardımını
esirgememesi için dua ettiğinde o günkü durumu en güzel bir şekilde dile
getiriyordu:
"Ey Allah'ım! Şayet şu küçücük ordu eriyip giderse sana
(yeryüzünde) artık ibadet edecek kimse kalmayacaktır... "
KAYNUKAOĞULLARI VE MEDİNEDEN SÜRÜLMELERİ
Kaynukaoğullari Medine (Yesrib)de yaşamış bir Yahudi kabilesidir.
Yahudiler (Eskiden büyük Arap mabedinin yeri olan) Siondan Hristiyanlar
tarafından kovulduktan sonra, yeryüzünün çeşitli yerlerine az veya çok
büyük cemaatlar halinde dağılmışlardı. Ancak Arap yarımadasına ne zaman
geldikleri, cemaatlerinin burada ne zaman oluştuğu bilinmiyor. Ancak
İslam'ın yayılışından önce Arabistan'ın her tarafında Yahudiler vardı.
Ferdî ve pek az sayıda olduğu gibi sağlam cemaatler halinde, Eyle (Akabe
Körfezi)'den Yemen'in veya Uman'ın uçlarına kadar, Medine'den Bahreyn'e
kadar; Meknâ'da Vadiül-Kura'da, Teymâ'da, Fedek'te, Tâif'te kısacası bütün
şehirlerde, aynı şekilde panayırlarda ve kervanlarda onlara rastlanır
(Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi Çev. Salih Tuğ I, 393, 394).
Mekke'de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Ancak onlar, bölgenin yıllık
panayırlarında, özellikle Ukaz'da bulunurlardı. Ukaz'da hem ticaret eşyası
satarak, hem de kendilerini gizli şeyleri bilen veya istikbâlden haber
veren kâhin olarak tanıtmak suretiyle iyi para kazanmasını bilirlerdi.
Ehl-i Kitab olarak, câhil bedevîler üzerinde özel bir prestij icra
ediyorlardı (M. Hamidullah, a.g.e., I, 394).
Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiği zaman, halkın hemen hemen yarısı
Yahudi idi. Ancak Yahudilerin bu bölgeye gelişi hakkında açık bir bilgi
yoktur. İslâmiyet ortaya çıktığı sırada, büyük çapta Araplaşmış
görünüyorlardı; Arapça konuşuyorlar, çocuklarına Arap isimleri veriyorlar,
kabileleri bile Arap isimleriyle çağrılıyordu (M. Hamîdullah, a.g.e., I, 405).
Komşuları müşrik Araplar gibi Yahudiler de kabile halinde yaşıyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından oluşturulan Medine İslâm devleti
anayasasında dokuz Yahudi kabilesinde söz ediliyor (Salih Tuğ, İslâm
Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s.31-40 vd.). Fakat
tarihçiler bunları üç grupta topluyor. Kaynuka oğulları işte bu üç
kabileden biridir. Diğerleri; Nadîr ve Kurayzaoğullarıdır (M. Hamîdullah,
a.g.e., I, 405).
Kaynuka; kuyumcu anlamına gelmektedir. Gerçekten de onlar İslâmiyet'in
başlangıcında bu mesleği yapıyorlardı. Ayrıca umûmî ticaretle de meşgul
oluyorlardı. "Sûk beni Kaynuka=Benî Kaynuka Çarşısı'nda hatıraları
kalmıştır (M. Hamidullah, a.g.e. I, 405).
Rasûlullah (s.a.s), Medine'ye gelir gelmez yaptığı en önemli işlerin
başında bir anayasa hazırlamak gelir. Bu anayasada Yahudilerle olan
karşılıklı hak ve ödevler belirtilmiştir ki bunlardan biri, hariçten
gelecek saldırılara karşı bütün cemaatların Medine'yi savunmalarıdır (Salih
Tuğ, a.g.e., aynı yer).
Bundan sonra Peygamber (s.a.s), Yahudileri İslâm'a davet etmiş,
kendisini bir Allah elçisi, bir peygamber olarak Kur'an-ı tebliğ etmiştir.
Bazıları Müslüman olmuş bazıları çekinmiş, kimileri de İslâmiyet'le alay
etmişler, hatta Peygamber (s.a.s.)'e karşı harbedenlere aktif bir şekilde yardım
etmişlerdir.
Bedir savaşında Müslümanlarla Yahudiler arasındaki münasebetler
büsbütün bozuldu. Yahudiler hep birden peygambere karşı düşmanca bir tavır
takındılar. Böylece İslâm için büyük bir tehlike arzetmeye başladılar.
Rasûlullah (s.a.s.), bir seferinde Kaynuka oğulları yahudilerinin
pazarına giderek onları toplamış ve şu şekilde hitabetmiş:
"Ey Yahudi cemaati! Kureyşlilerin başına gelen felâketin sizin
başınıza da gelmemesi için Allah'tan korkunuz ve İslâmiyeti kabul ediniz.
Zira biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu kitabınızda
buluyorsunuz ve sizi davet etmiştir." Yahudiler ona şu cevabı
vermişler: "Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanıdın; askerlik ve
savaş sanatını bilmeyen bir kavimle karşılaşman seni aldatmasın, tesâdüfen
sen onları bozguna uğrattın. Vallahi şayet biz seninle savaşırsak, yiğit
olduğumuzu anlarsın" (İbn İshak, Sîre, Neşr. M. Hamidullah, Konya
1401/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Neşr. Degoeje, III,
1360).
Bu konuşmalardan sonra, Müslümanlarla Kaynuka oğulları arasındaki
ilişkiler daha da bozuldu ve nihayet bir Yahudinin, Müslüman bir kadına
karşı çirkince davranışı, bardağı taşıran son damla oldu. Kaynakların
nakline göre olay şöyle cereyan etmiştir:
Bir Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına
giderek eşyasını satar sonra bir kuyumcu dükkanına oturur. Orada bulunan
Yahudiler, kadından yüzünü açmasını isterler. O buna yanaşmayınca kuyumcu,
kadının eteğini arkasından beline iliştirir, kadın ayağa kalkınca avret
mahalli görülür, onlar da buna gülüşürler. Kadın feryad etmeye başlayınca
Müslümanlardan biri kılıcını çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu
öldürür. Yahudiler de toplanıp Müslümanı şehid ederler. Şehid edilen müslümanın
ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanları çok öfkelendirir (İbn Hişam,
es-Sîretü'n-Nebeviyye, Nşr. M. es-Sekâ, İ. el-Ebyârî, A.Hafız Çelebi,
Lübnan 1391/1971, III, 51).
Kaynuka oğulları, Peygamber (s.a.s)'le savaştıkları zaman onların
işlerini Abdullah b. Übeyy b. Selûl üstlenmiş ve önlerine düşmüştü. Onların
Abdullah ile anlaşmaları olduğu gibi Hazrec oğullarından Ubâde İbn esSâmit
ile de ittifakları vardı. Ubâde, onların Hz. Peygamberle olan
antlaşmalarını bozduklarını duyunca Peygamber (s.a.s)'e gelerek O'nun
huzurunda, Kaynuka oğulları ile olan ittifakını reddetti. Onlarla
ittifaktan Allah'a ve Resûlüne sığındı ve; "Ya Rasûlallah! Ben,
Allah'ı, Resûlünü ve mü'minleri dost biliyorum; bu kâfirlerle ittifak
yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah'a ve Resûlüne sığınırım" dedi
(İbn İshak, a.g.e., 295).
Mâide Sûresindeki kıssa, Ubâde ve Abdullah b. Übeyy hakkında nazil
oldu:
"Ey İman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar
ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da
onlardandır. Allah zalimleri doğru yola eriştirmez" (el-Mâide, 5/51;
İbn İshak, a.g.e., 295).
Ubâde Kaynuka oğulları ile olan ittifakını, muhtemelen bu âyetin
nüzûlünden sonra bozmuştur.
Kaynuka oğulları; Rasûlüllah (s.a.s) ile aralarındaki antlaşmayı bozan,
Bedirle Uhud arasında O'nunla savaşan ilk Yahudilerdi. Rasûlullah (s.a.s.),
onları muhasara etti. Onbeş günlük bir kuşatmadan sonra Rasûlüllah'ın
hükmüne razı olarak savaşsız teslim oldular. Hz. Peygamber, erkeklerin
ellerinin bağlanmasını emretti. Fakat münafıkların başı Abdullah b. Übeyy
Hz. peygamber'e gelerek:
"Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et" dedi. Resûlullah
ağırdan alınca İbn Selûl tekrar; "İyilik et" dedi. Resûlullah
(s.a.s) ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine İbn Selûl, elini Hz. Peygamber'in
zırhının yakasından içeri soktu. Resûlullah kızarak: "Yazıklar olsun
sana! Bırak beni!" dedi. İbn Selûl: "Hayır vallahi dostlarıma
iyilik etmedikçe seni bırakmam. Onlar, beni altından ve mal-mülkten mahrum
ettiler sen ise bir sabah vakti onları biçiyorsun. Allah'a yemin ederim ki
ben, bir takım musibetler gelmesinden korkuyorum" dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.s): "Onlar senindir" buyurdu ve "Çözünüz
onları, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin" dedi. Serbest bırakılınca
sürgün edilmelerini emir buyurdu (İbn İshak, a.g.e. 295; Taberî, a.g.e.
III, 1360 vd.).
Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onların mallarını ganimet olarak ihsan
etti. Onların arazileri yoktu, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Resûlullah
(s.a.s), onların birçok silahlarını ve kuyumculuk aletlerini aldı. Onları,
tüm çoluk çocuklarıyla birlikte Medine'den çıkarmaya Ubâde İbn es-Sâmit
memur edilmişti. O da, onları Dibâb'a kadar götürdü (Taberî, a.g.e., III,
1362).
Kaynuka Yahudileri, Ubâde İbn es-Sâmit'e, "Ey Velid'in babası! Evs
ve Hazrecle aramızda ittifak vardı. Biz senin müttefikin idik, sen bize ne
diye böyle yaptın?" dediler. Ubâde İbn es-Sâmit de onlara: "Siz
harb açtınız" dedi. Abdullah İbn Übeyy de; "Sen müttefiklerinden
uzaklaştın da bundan eline ne geçti?" dedi. Ubâde; "Hubâb'ın
babası! Kalbler değişti, İslâmiyet ahidleri yok etti" dedi.
Kaynuka oğulları Vâdiül-Kura'ya gelip bir müddet kaldıktan sonra
Azruat'a gidip orada yerleştiler (ibnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 66).
UHUD SAVAŞI
(H. 3/M. 625)
Hicret'in üçüncü yılında Uhud dağı civarında müşriklerle yapılan savaş.
Uhud savaşından önce Kureyş'in öfkesi kabarmış, kin ve intikam
duyguları artmıştı. Bedir'de yakınlarını kaybeden Utbe kızı Hind "..
Muhammed'le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed'le
savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının
alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!" diyordu. Ebu Süfyan
ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi. Ebu Süfyan'ın
yürüttüğü kervanın malları Daru'n-nedve'de topluca durmaktaydı. Müşriklerin
ileri gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kâr ile
güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar
Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi, onların intikamını almak gerekliydi.
Bedir'de yakınları öldürtücüler karalar giyinmiş vaziyette kabileler
arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek Araplar savaşâ teşvik
ediyorlardı.
Putperest Kureyşliler Mekke dışındaki Arap kabilelerinin de
katılmasıyla 3000 kişilik bir askerî kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700
zırhlı, 200 atlı süvari, 3000 deve vardı. Aralarında, başta Ebu Süfyan'ın
karısı Hind olduğu halde 14 tane de kadın vardı. Bedir'de babasını ve öteki
yakınlarından bazılarını kaybetmiş olan Hind'in kalbini iğrenç bir intikam
duygusu bürümüştü. Amcası Abbas (r.a) Hz. Muhammed (s.a.s)'i çok severdi.
Bu sebeple bir mektup yazarak Kureyş'in savaş hazırlıklarını yeğenine
bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s) amcasından gelen mektubu okuttu ve mektupta
bildirilen haberi gizli tutarak keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği
haberler mektupta amcasının bildirdiklerine aynen uyuyordu. Düşman büyük
bir ordu hazırlamıştı ve Medine'ye doğru ilerliyordu.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) bir savaş meclisi kurarak meseleyi
ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Resulullah (s.a.s) düşmanı şehrin
dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi. Fakat özellikle
Bedir savaşına katılan gaziler hakkında nazil olan övücü ayetlerin
etkisinde kalan gençler, düşmanın dışarıda karşılanmasından yana idiler.
Düşmanla bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı:
Resulullah (s.a.s) ashabın isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak
üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi. Münafıkların reisi Abdullah
b. Ubey
b. Selül şehrin içinde kalınarak savunma yapılmadığını bahane ederek 300 kişilik
kuvvetini geri çekti. Gayesi savaşmak değildi. Müslümanları düşman
karşısında güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu
1000'den 700'e düşmüş bulunuyordu.
İslâm Ordusunun Harp Alanına Hareketi
Düşman, Medine'nin yegane açık sahası olan kısımdan içeriye sızarak
karargâhını Uhud dağının Medine'ye bakan eteklerinde kurmuştu. Resulullah
(s.a.s) 700 Müslümanla Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı. Sırtını dağa
vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Düşmanın
düşüncesi Müslüman ordusunu mağlub ettikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun
için Medine'nin yakınında Uhud önleri savaş sahası seçilmişti.
Resulullah (s.a.s) Bedir'de olduğu gibi bu savaşta da İslâm ordusunu
savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği,
kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle
ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr
kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı ve "Düşman
yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayınız. " diye
tembihte bulundu.
11 Şevval 3 (27 Mart 625) Cumartesi günü savaş teke tek vuruşmalarla
başladı; Hz. Ali, Hz. Hamza ve öteki İslâm savaşçıları hasımlarını
öldürdüler. Sonra savaş kızıştı. Resulullah (s.a.s) almış olduğu askerî
tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar
galip geldiler.
HZ. HAMZA'NIN ŞEHID EDILMESI
Resulullah (s.a.s)'in amcası Hz. Hamza kükremiş bir arslan gibi düşmana
kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını kırıp geçiriyordu. Diğer
Müslümanlar da ellerinden gelen çâbayı gösteriyorlardı. Düşmanlar da olanca
gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini
kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral veren düşman kadınları bile
korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladı. Bununla beraber
henüz kesin netice alınmış değildi; düşmanın hızlı bir şekilde takibi ve
dönmeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu. Halbuki bu inceliği
ve harp usulünün bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve dünyalığa
meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp ganimet toplamaya koyulmuşlardı.
Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarının
ısrarlarına rağmen Resulullah (s.a.s)'in kesin emrini unutarak
"Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim" diyerek
yerlerinden ayrıldılar, ganimet toplamaya giriştiler.
İşte bu sırada böyle bir anı gözetlemekte olan 200 kişilik düşman
süvari birliği komutanı Halid b. Velid az sayıdaki İslâm okçusunun kaldığı
geçidi rahatça ele geçirerek İslâm ordusunu arkasından vurmaya başladı.
Bunu gören müşrikler geri döndüler ve yeniden hızlı bir saldırıya
giriştiler. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar, üstünlüğü
sağlamışken dünyalığa dalmaları ve Peygamber'in emrini çiğnemeleri yüzünden
zor durumlara düştüler. İşte bu safhada Hazma (r.a) Ebu Süfyan'ın karısı
Hind'in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak şehid edildi. Resulullah
(s.a.s)'in Hicretten evvel Medine'ye tayüz ettiği ilk öğretmen Mus'ab b.
Umeyr (r.a) de bu esnada şehid düşenler arasındaydı. Mus'ab (r.a) sima
itibariyle Resulullah'a benzediğinden şehit düştüğünde, onu şehit eden
kimse Resulullah (s.a.s)'i öldürdüğünü haykırıyordu. Bu durum Müslümanların
daha da dağılmasına sebep oldu. Ancak kısa zaman sonra Resulullah
(s.a.s)'in sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağının hemen eteklerinde bulunan
Resulullah(s.a.s)'in çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar
onun etrafında dönüyorlar gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine
kullanıyorlardı, Hz. Talha bu yolda kolunu kaybetmişti. Sa'd b. Ebi Vakkas
(r.a)'a ise Resulullah ok veriyor ve: "Anam babam fedâ ol sun, at yâ
Sa'd" diyor; oklarının isabet etmesi için Allah'a dua ediyordu.
Müşrikler Resulullah (s.a.s)'ı öldürmek için hücum ettikçe Müslümanlar onun
çevresinde giderek çoğalmışlar ve çetin bir savunma hattı kurmuşlardı.
Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldı ve
böylece savaş üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebu Süfyan karşı dağa,
Resulullah (s.a.s)'da Uhud'a doğru tırmandı ve bugün hâlâ ziyaret edilen
mağarada dinlendi. Resulullah (s.a.s)'ın dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı.
Kızı Fatma onu tedavi etti. Ebu Süfyan ile Hz. Ömer'in karşılıklı konuşması
da bu esnada cereyan etmişti.
Kureyşli müşrikler bu savaşta o kadar vahşiyane şeyler yapmışlardı ki,
belki tarihte benzerine az rastlanırdı. Müslümanlar bu savaşta 70 şehid
vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar şehid Müslümanların
burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebu Süfyan'ın karısı Hind ve öteki
bazı müşrik kadınları Müslüman şehidlerin organlarından yaptıkları
gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind, Hz. Hamza'nın ciğerini
çıkartarak ağzında çiğnemek iğrençliğini gösterebilmişti.
Uhud'tan ayrılan Ebu Süfyan bir süre sonra geri dönerek Medine'ye
saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak isteğine kapılmıştı. Esasen böyle
bir durumu, Resulullah (s.a.s) tahmin etmiş, 70 şehid ve yaralıya rağmen
savaşın hemen ertesi Pazar günü düşmanı takibe karar vermişti. Resulullah
(s.a.s) 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. Kadar müşrikleri takibetti.
Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana
savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Müslüman olmadığı halde
Müslümanların dostlarından olan Huzaa kabilesinden Mabed-i Huzâî,
Resulullah (s.a.s)'i gördükten sonra Ebu Süfyan'a giderek onun
arkadaşlarıyla birlikte savaş için geldiklerini söylemiş, Ebû Süfyan da
yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke'ye gitmiş ve Medine'ye
saldırmaktan vazgeçmişti. Böylece Müslümanlar, bu savaşta birinci safhada
üstünlük sağlamışlar, gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada
ilahî bir imtihana uğratılarak mağlubiyet acısı kendilerine tattırılmış,
fakat üçüncü safhada durum denkleşmişken Resulullah (s.a.s)'in cesaretle
takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara
geçmişti.
SAVAŞTAN BAZI İLGINÇ TABLOLAR
Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr'ı Uhud meydanında öldürülmüş
olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler
işkence yapmış olduklarından, kimse onu tanıyamadı, yalnız kız kardeşi
parmaklarından tanıdı. Biz şu ayetin amcam ve benzeri hakkında inmiş
olduğunu sanıyoruz: Müminlerden bir çok kimseler Allah'a vermiş oldukları
sözlerini yerine getirdiler" (el-Ahzâb, 33/23).
Hz. Hamza'nın kız kardeşi, Müslümanların bozguna uğradığı haberini
alınca Medine'den savaş alanına gelmişti. Bunu farkeden Resulullah (s.a.s)
Hz. Zübeyr'e, Hamza'nın cesedinin parçalanmış vaziyette ona
gösterilmemesini tenbih etmişti. Bunu hisseden Safiyye, "Kardeşimin
şehid olduğunu biliyorum. Allah yolunda böyle fedakarlıklar her zaman
gerekir" demiş ve parça parça edilmiş kardeşinin cesedini görünce de,
Hepimiz Allah'ın mülküyüz ve O'na döneceğiz"demek suretiyle büyük bir
teslimiyet örneği gösterebilmiştir.
Ensar'dan bir kadın da savaşta babasını, kardeşini ve kocasını
kaybetmişti., Bunları haber aldıkça hep Hz. Muhammed (s.a.s)'in sağ olup
olmadığını soruyordu. Onun sağ olduğunu öğrenince; "Sen sağ olduktan
sonra her felâket hiç gelir!" demişti.
İslâm şehidleri ikişer ikişer toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı
idi.
Hz. Hamza (r.a) kaftanı ile toprağa veriliyordu. Hz. Peygamber'in
hicretten önce Medinelilere İslâmî öğretmesi için tayin ettiği ilk öğretmen
Mus'ab b. Umeyr (r.a) toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti.
Göğüs tarafına örtülünce alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta
kalıyordu. Resulullah (s.a.s) örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına
da izhir denilen kokulu otlardan konulmasını emir buyurmuştu.
RESULULLAH (S.A.S) UHUD ŞEHIDLERI HAKKINDA ŞÖYLE BUYURMUŞTUR:
"Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah Teâlâ onların
ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet
ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu
kuşlar, arşın gölgesinde asılı bulunan altın kandillere konup tünerler.
Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince; bizim cennetteki bu
halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de
cihatdan çekinmesinler demişlerdi" (Tecrîd,186 vd; İbn Sa'd, II; 148).
MEUNE KUYUSU OLAYI
Hicretin 4.cü yilinda Amirogullarindan Cafer Oglu Malik Oglu Ebu Bera
Medineye geldi ve Resulullahile görüşüp ”Ey Allahin Resulu !Eğer Necid
Halkina ashabından biır kısmını gönderirsen , umarim ki Islam olurlar”
dedi.
Resulu Ekrem, Necid bölgesi halkina güvenemeyip "Korkarim ki
ashabıma bir kötülükte bulunurlar” dedi. Ebu Bera` ”Onlar,Necidè
geldiklerinde benim emanim altina girmiş olur.Onlara kimse bir şey yapamaz
”diye teminat verdi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem de Ebu Bera`nın kardeşi oğlu olan (Malik
Oğlu Tufeyl oğlu Amirè bir mektup yazdırdı ve Necid halkına Kur an öğretmek
için 70 Kuràn okuyucusunu gönderdi. Kilavuzlari Muttalip Süleymi idi.
Münzir bin Amr Kuràn okuyuculari ile Meune kuyusu denilen yere varip
Resulü Ekrem`in mektubunu Amr bin Tufeyle gönderdi.
Lanetlenmiş olan Amr bin Tufeyl ise mektubu okumadan Haram bin Milhan`i
öldürdü. Sonra Kur`an okuyuculari olan kurra cemeati üzerine saldırmak için
kendı kavmı olan Amır Oğullarını çağırdı. Onlar ise‘‘ Biz Ebu Beranın
verdiği sözü ayaklar altına atamayız ‘‘ diye çekindiler. Bunun üzerine Amr
bin Tufeyl Usayye, Ri‘l ve Zekvan kabilelerini toplayıp Meune Kuyusuna
gitti ve ansızın kurra topluluğu üzerine saldırarak hepsini şehid etti.
Yalnız Neccar oğullarından Kab bin Zeyd‘ i öldü sanarak şehidler arasinda
birakmişlar oda bu durumu peygamber efendimiz (S.A.V) bildirmiştir.
Resulü Ekrem bu durumu haber alinca son derece üzüldü ve ‘‘Bu hal ,Ebu
Bera’nın işidir.Ben ,bunu ancak onun ısrarı ile istemeyerek yapmıştım‘‘
buyurdu.Ebu Bera da Peygamberimizin bu sözünü işittikten sonra çok üzülerek
kederinden hastalanip öldü. Fakat verdigi sözün bu şekilde ayaklar altina
alinmasi ,arap adeti üzere kendi soyunda bir leke üzere kaldi.
Resulü Ekrem ise onlara beddua etti ve kisa bir süre sonra bu kabileler
veba, humma ve kitlik yüzünden telef oldular.
NADIROGULLARI ILE YAPILAN SAVAŞLAR
Islâm'in ilk yillarinda Medine'de yaşayan üç yahudi kabilesinden biri
Nadirogullari kabilesidir..
Nadir, birçok manâlarinin yanisira "yeşil ve çiçekli bir
bitki" anlamina gelir. Bu kabile Medine ve çevresinde büyük hurma bahçelerinin
sahibi olarak bilinir.
Arabistan yahudilerinin güvenilir vesikalara dayanan bir tarihi yoktur.
Arabistan yahudilerinin geçmiş tarihine işik tutacak herhangi bir yazi,
kitap veya yazit şeklinde bir bilgi de yoktur. Ayrica Arabistan dişindaki
Yahudiler de Arap dindaşlariyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçiler ile
yazarlari bunlardan hiç söz etmemişlerdir... Arap yahudilerinin tarihini
incelerken ister istemez araplar arasinda kulaktan kulaga anlatilan
rivayetler ve söylenenlere itibar etme zorunlulugu vardir. Bu rivayetlerin
pek çogu da bizzat yahudiler tarafindan ortaya atilmiştir (Mevdudi, Tarih
Boyunca Tevhid, Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Terc. N. Ahmet Asrar, Istanbul
1983, I, s. 526).
Yahudiler yeryüzünde en eski geçmişe sahip milletlerden birisidir. Arap
yarimadasina ne zaman gelip yerleştikleri bilinmeyen yahudiler, Islâm'in
ortaya çiktigi yillarda bu yarimadanin her tarafinda görülmekteydiler.
Bunlar, gerek ferdî ve gerekse topluluklar halinde Akabe körfezindeki Eyle
limanindan, Yemen ve Umman'in en ücra köşelerine kadar uzanmişlardi. Bu
insanlari Mekna'da, Vadiyu'l-Kura'da, Teyma'da, Fedek'te, Taif'de kisaca
bütün şehirlerde oldugu kadar, hareket halindeki kervanlarda da görmekteyiz.
Yahudiler Mekke'de hiç bulunmamakla birlikte, sadece Ukaz'da yalniz
ticâret yapan degil, kâhinlikten para kazanan insanlar olarak da görülür.
Yahudilerin Medine (Yesrib)'ye yerleşmeleri tarihinin Milâdî 132'den
sonra oldugu tahmin edilir. M. 132'de Benu Nadir, Benu Kureyza ve Benu
Kaynuka yahudilerinin Yesrib'e (Medine'ye) yerleştikleri görülmektedir. Ilk
olarak Nadirogullari ve Kureyzaogullari yerleşmiştir. Çünkü bu iki kabile
diger yahudi kabileleri arasinda soy ve itibar bakimindan üstün tutulurdu.
Bunlarin çogunun, kâhin ve rahipler sinifindan gelmesi de ayri bir avantaj
saglamaktaydi. Bu kabileler Medine'ye yerleşerek, dini bakimdan üstün
bulunmalarinin verdigi ayricalikla kisa sürede şehre hâkim olmuşlar ve en
iyi yerlere yerleşmişlerdi. M. 450- 451'de es-Sebe' sûresinde sözü edilen
büyük sel felâketinden sonra Yesrib'te bulunan birçok kabîlenin şehri
terkettigi bilinir. Bu büyük sel felâketiyle boşalan şehre yerleşen Evs ve
Hazrec gibi Arap kabileleri, şehrin asil hakimi bulunan Nadirogullari ve
Kureyzaogullari yahudilerini şehrin diş bölgelerinde yerleşmek zorunda
birakmişlardir. Yahudilerin üçüncü büyük kabilesi olan Kaynukaogullari
Hazrecliler'e siginma geregi duydu. Bunun üzerine Nadirogullari ve
Kureyzaogullari da Evs kabilesine siginarak Yesrib şehrinde yerleşmeye hak
kazandilar.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in dogumu ve nübüvvetinin başlangiç zamanlarinda
yahudilerin Hicaz ve Yesrib'deki durumlari şöyle görünmekteydi.
Yahudiler, dil, kiyafet, kültür ve medeniyet konularinda her bakimdan
araplaşmişlardi. Isimleri arapça idi. Hicazda yaşamakta olan Beni Za'urâ
yahudileri hariç diger yahudi kabilelerinin isimleri arap ismi idi.
Yahudiler kendi dilleri olan ibraniceyi istisnalar dişinda bilmezlerdi.
Araplarla olan sosyal ilişkilerinin her geçen gün artmasi yahudilerin
duygu, düşünce ve tavirlarina kadar yansimiştir. Ancak yahudiler bütün
bunlara ragmen kimliklerini muhafaza etmişlerdi (Mevdudi, a.g.e., s. 526,
vd.).
Hz. Peygamber (s.a.s)'e risalet görevinin verilmesinden önce araplar,
danişmak ve onlarin fikirlerini almak amaciyla yahudi veya hristiyan olan
birisine gider, ondan bazi bilgiler alirlardi. Islâm'in ortaya çikişi ve
müslümanlarin Mekke şartlarinda Islâm'i yaşamaya çalişmalarindan önce bütün
ehl-i kitap yeni bir peygamberin gelecegini biliyor ve onu bekliyorlardi.
Hattâ Peygamberimizin amcasi Ebu Talip'le yaptigi Şam ticaretinde Rahip
Bahira'*nin Ebu Talip'e "O çocuga dikkat edip üzerine
titremesini" ögütlemesini buna delil gösterirler.
Daha Akabe bey'atlarindan önce yahudiler, Medine araplarina bir nebinin
gelecegi ve bu nebiye kendilerinin uyacagini ve böylece Medinelilere karşi
üstün bir duruma geçeceklerini söyleyip onlari korkuturlardi. Bundan
haberdar olan Medineliler Akabe'de Peygamberimiz'e bey'at ederek
yahudilerden önce davranmişlardir. Yahudiler Tevrat'i dogrulayici bir kitap
olarak Kur'ani getiren Hz. Peygamber'e "saldirmak, hased etmek ve kin
gütmekten dolayi düşmanlik yapmaya başladilar. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlünü
araplardan seçmişti. Yahudi alimleri, Rasûlüllah'ın zor durumda kalması için
çalışırlar, onu olmadık yalanlarla şaşırtmak isterler ve hakkı batıla
çevirirlerdi" (İbn Hişam, İslâm Tarihi, Terc. Hasan Ege, İstanbul
1985, I. s. 282; II. s. 187). Çünkü onlar yeni bir peygamberin kendi
kavimlerinden çıkacağını ümid ediyorlardı. Gururları yüzünden
yalanlayanlardan oldular.
Yahudilerin, Allah'tan gelen peygamber ve kitabını daha önceden
bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu peygamber ve kitap gelince
tavırlarını değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir rivayet Ümmül Mü'minin
Hz. Safiyye'nindir. Hz. Safiyye'den rivayete göre Hz. Muhammed (s.a.s),
Medine'yi şereflendirince babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye
gittiler ve kendisiyle uzun müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası eve
dönünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Amca: Bu, gerçekten kitaplarımızda haber verilen peygamber midir?
Baba: Evet, vallahi o aynı peygamberdir.
Amca: Sen buna inanıyor musun?
Baba: Evet.
Amca: O halde, ne yapmak istiyorsun?
Baba: Vallahi, ben yaşadığım müddetçe ona muhalefet edeceğim (İbn
Hişam, II. s. 165). Yahudilerin bu peygamberi bekledikleri fakat ona tabi
olup onun yolundan gitmek için değil de doğar doğmaz ona bir suikast
tertipleyip öldürmek için beklediklerine dair bir takım rivayetler de
nakledilir (bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, l. s. 595; İbn
Hişam, age, s.116, İbn Sad, Tabakat, 1/1, s.21)
Hz. Peygamber ve müslümanların Medineye hicreti sırasında yahudiler
şehrin yarısına hâkim durumdaydılar. Bu hâkimiyet gerek ilmî seviyedeki
Bilim Evi (Beytul-Midras), gerekse Nadiroğullarının elinde bulunan
hazineler (Kenz) yoluyla her yönden görülen bir gerçeklikti. Buna rağmen
yahudiler kendi aralarında sürtüşme halinde idiler. Bu durum onları bazı
arap kabileleriyle ittifak yapmaya itmiştir. Bundan dolayı da
Nadiroğullarının Evs kabilesinin hakimiyeti altında bulunduğu
zikredilmelidir.
Hz. Peygamber tarafından yürürlüğe konulan Medine-şehir-devleti
anayasasında dokuz yahudi kabilesinden bahsedilir. Burada yahudilerle
karşılıklı haklar ele alınmış ve Medine'yi birlikte savunma
kararlaştırılmış; onlardan Hz. Peygamber izin vermeden askeri bir harekete
girişmeyeceği ve Medine'ye bir saldırı sözkonusu olduğunda şehrin birlikte
savunulacağı sözü alınmıştı (Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa
Hareketleri, İstanbul 1969, s. 34 vd.). Yine araştırmalara göre bu anayasa
dünyanın ilk anayasasıdır. Elli iki maddeden oluşan mezkur anayasada 23-35
ve 46. maddeler yahudilerle ilgili olup bu maddeler ayrıca kendi işlerinde
alt bölümlere ayrılmıştır (bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., l. s. 211 vd.).
Fakat yahudiler tarihen sabit olduğu gibi antlaşmalarına sadık olmadılar. Bu
antlaşmaya katılmaktaki gayeleri, kendilerine başka bir yol bulana kadar
zaman kazanmaktı. Daha ilk anda bu yeni dinin onların senelerdir
övündükleri bir üstünlüklerini ellerinden alacağını hissetmişlerdi.
İslâm'ın Medine'de devletini kurduktan sonra tarihte benzeri görülmemiş
tür şekilde yayılma göstererek bölgeyi hakimiyetine alması, müslüman
olmayan diğer kabileleri olduğu gibi yahudileri de telâşa düşürdü. Zira
onlar İslâm'ın yayılışını geçici görüyorlardı. Bu amaçla Kureyş
müşrikleriyle yaptıkları bir çok antlaşmada askerî yönden Kureyş
müşrikleri, fikri yönden de yahudiler İslâm'a karşı koyacaklarını taahhüt
etmişlerdir. Ancak yahudilerin giriştiği bu tür bir yol bir fayda vermedi.
Hattâ İslâm'ın son tevhid dini olduğunu öğrenen bazı yahudiler de müslüman
oluyorlardı. Yahudilerin önde gelen âlimlerinden Abdullah b. Selâm bunlar
arasındaydı. Bundan sonra yahudiler için tek çıkar yol, İslâm'ı kılıç
zoruyla sindirmek, yayılmasını önleyerek ortadan kaldırmaktı.
Bedir savaşında müslümanların üstün gelmesi bütün yahudileri olduğu
gibi Nadiroğullarını da kızdırmıştı. Bu savaş onların kinlerini açığa
vurmalarını sağladı. Öncelikle Kaynukaoğulları, müslümanlara karşı
işledikleri hareketlerden dolayı şehir dışına sürüldüler (bk.
Kaynukaoğulları maddesi).
Yahudi şair Ka'b b. Eşref yalan teşvikleri ile Mekke müşriklerini yeni
bir savaşa sokmaya çalışıyordu. Bunu öğrenen müslümanlar, aralarında
Ka'b'ın süt kardeşinin de bulunduğu bir grup olmak üzere Ka'b b. Eşref'i
öldürmüş; bu olay üzerine Nadiroğulları Hz. Peygamber (s.a.s) ile bir
ittifak antlaşması imzalamışlardı. Ancak bu barış dönemi fazla sürmemiş;
Nadiroğullarının diğer müttefiki Benû Amr kabilesinden müslüman olan Amr h.
Umeyye iki kişiyi öldürmüştü. Olay şöyle cereyan etti: Necid halkını İslâma
davet için Rasûlüllah tarafından gönderilen bütün müslümanları öldüren Amr
b. Tufeyl ve Necidlilerin elinden kurtulan tek kişi olan Amr b. Umeyye,
Kilâhoğulları kabilesinden iki adamla karşılaştı. Resûlullah onlarla
antlaşma yapmıştı. Fakat Amr bunu bilmiyordu. kendisini öldürürler diye
korktuğundan, dalgınlıklarından yararlanarak onları öldürdü. Resûlullah da
onların diyetini üstlendi. Diyetin ödenmesi müslümanlara ağır geldi.
Ödeyemez duruma düştüler. Hz. Peygamber de yahudilerle yaptığı anlaşmaya
dayanarak Nadiroğullarından diyet ödeme işine katılmalarını istedi.
Nadiroğulları bu teklifi düşüneceklerini söyledi ve mühlet istediler. Ancak
kendi aralarında yaptıkları görüşmede Hz. Muhammed'i suikastla öldürmeyi
planladılar. Onların yanına giden ve görüşmelerinin sonuçlanmasını bekleyen
Resûlullaha, Amr b. Guhâş adlı yahudinin kendisine suikast yapacağı
bildirildi.
Bu çirkin olaydan sonra "Ey iman edenler Allahın üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkışır da, Allah
onların ellerini üzerinizden çekmişti” (el-Maide, 5/11) âyeti nazil
olmuştur (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626 vd).
Kaynaklarda anlatilan diger bir görüşe göre ise; Bedir savaşindan sonra
Mekke putperestleri, Nadirogullarina gönderdigi bir mektupla onlari
Rasûlüllah ile çatışma haline getirmeye kışkırtmışlardı. Diğer taraftan
Medine'den çıkarılan Benû Kaynuka yahudilerinin bu hali, zamanla sayıları
artan Nadiroğulları (Benü Nadir) yahudilerinin müslümanlara dair birtakım
endişeler taşımasına sebep oldu. Bu şart ve durumlar karşısında onlar,
hıyânet dolu bir komplonun içine sürüklenmiş oldular. Bir gün Resûlullaha
bir haberci göndererek, "Üç müslümanı da yanına alıp gel. Bizden
seçilecek Üç alimle karşılaşıp görüş; şayet (bizimkiler size) inanıp
kanacak olurlarsa biz de hep birden senin yoluna gireriz" deyip
Resûlullah'ı aralarına davet ettiler. Bu üç yahudi (elbiseleri altına)
hançerler saklamışlardı. Ancak Benû Nadir (Nadiroğulları) yahudileri
arasından bir kadın müslüman Ensâr zümresi arasında oturan erkek kardeşine,
Nadirlilerin kalkıştığı bu suikast işini anlatmış ve bu erkek kardeş de
Resûlullah Nadirlilerin mahallesine henüz varmadan haberi kendisine
yetiştirebilmişti. Bunun üzerine Resûlullah yoldan geri dönmüş ve fakat
ertesi sabah erkenden askeri kuvvetlerin başında olduğu halde Nadirlilerin
karşısına çıkmış ve gün boyu onların oturdukları mahalleyi kuşatma altında
tutmuştu (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626-28).
Resûlullaha karşı teşebbüs edilen bu tür suikastlar müslümanlara,
Nadiroğullarının artık aralarında yeri olmadığı kanaatini verdi. Bu arada
Kureyş müşriklerinin müslümanlara karşı bir hazırlık içerisinde bulunduğu
duyuldu. Müslümanlar, içeride bulunan ve müşriklerle her an ittifak
kurabilecek bir düşmandan emin olmazlarsa durumun daha da vahim sonuçlar doğurabileceğini
biliyorlardı. Bunun işin öncelikle yapılması gereken şey, Medinedeki
Nadiroğullarını zararsız bir duruma getirmekti.
Hz.Peygamber, Nadiroğullarına yaptığı ilk kuşatmadan hemen sonra
Kureyzaoğullarına yaptığı kuşatmayı bırakıp onlarla antlaşma yoluna
gidince, vakit kaybetmeksizin tekrar Nadiroğulları üzerine yürüyerek
onların eşlerini ve kalelerini kuşatmıştır. Yahudiler müslümanlara karşı
bir güçle çıkamadılar. Bu kuşatmada her iki taraftan herhangi bir ölüm
olayına rastlanmaz. Kuşatma sonunda yahudiler İslama davet edilmiş, kabul
edenler affedilerek serbest bırakılmış, reddedenler ise silahları dışında,
diğer bütün menkul mallarını alarak Medine dışına çıkmalarına izin
verilmiştir. Bunlardan bir kısmı Filistin'deki Ezri'at şehrine, diğerleri ise
Hayber bölgesine yerleştiler (Buhârî, Meğazi, 14, 32; Müslim, Siyer, 20,
Cihad, 20; Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 628).
Medine'den sürülmeleri sırasında Benû Nadirler değerli sayılan eşya ve
mücevheratlarının yanı sıra beraberlerinde götürmek üzere evlerinin
kapılarına varıncaya kadar herşeyi söküp aldılar. Sürülenler, arkalarında
çalgıcı ve şarkıcıların kopardığı bir şamata olduğu halde altıyüz
develik
bir kervan oluşturarak yola çıktılar.
Nadiroğullarının Medine'den sürülmelerinden bir yıl sonra beş kişilik
bir heyet, Hicri 5. yılda Medine'nin kuşatılmasına girişecek ve Hendek
savaşını çıkaracak olan büyük saldırı ittifakını organize etmiştir
(Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 629; Ayrıca bk. Kaynukaoğulları,
Kureyzaoğulları, Yahudi mad.).
HENDEK SAVAŞI
Hz. Peygamber (s.a.s)'in müşriklerle yaptığı büyük ve en önemli
savaşlarından birisi. Uhud savaşından iki yıl sonra, Hicret'in beşinci
yılının şevval ayında (23 şubat 627) Medine'nin kuzeyinde cereyan etmiştir.
Kureyş müşrikleri Uhud savaşında başarılı olmuşlardı ama müslümanların
gücünü kıramamışlardı. Tam tersine müslümanlar Medine'deki birlik ve
beraberliklerini sağlamlaştırmış, askeri bakımdan daha güçlü bir duruma
gelmişlerdi. Medine'de sürekli problem çıkaran Yahudi Benu Nadir kabilesi
sürülmüş; doğuda Zatu'r-Rika, kuzeyde Dumetü'l-Cendele yapılan seferler
kesin zaferle sonuçlanmış, müslümanların gücü ve etkinliği gün geçtikçe
daha da büyümüştü. Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır, Suriye ve
Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.
Müslümanların bölgeye hakim bir güç olmaya başlaması İslâma
katılanların sayısını hızla artırmış, geçen zaman, müslümanların sosyal
hayatlarını düzenleme ve yerleştirme yolunda önemli adımlar atmasına fırsat
tanımıştı. İslâm'ın bu gözle görülür güçlenişi karşısında müslümanların
başlıca düşmanlarından olan yahudiler, düşmanca faaliyetlerine hız
verdiler. Özellikle Medine'den sürülen Benu Nadir kabilesi bütün çevrede
İslâm aleyhinde sürekli propaganda yapıyor, İslâm'ın güçlenmesini önlemek
için müslümanlara kesin bir darbe vurmanın yollarını arıyordu. Bu
çalışmaları sonuçsuz kalmamış, yahudiler aralarında görüş birliği
sağlanarak Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle birleşmenin yolları aranmaya
başlamıştı.
Yahudilerden oluşan bir heyet Mekke'ye gelerek kışkırtıcı çalışmalardan
sonra Kureyş'e ortak düşmanları olan müslümanlara birlikte saldırmayı Rasûl
Aleyhisselâm'ı ve İslâm'ı ortadan kaldırmayı teklif ettiler. Ticaret
yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hala
Bedir'in acısını taşıyan müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı (Taberî,
Tarihu't-Taberi, Mısır,1961, II, 564-5). Yahudi heyeti ve Kureyş'ten
seçilen elli adam Kâbe örtüsünün altına girip göğüslerini kâbe duvarına
dayayarak tek başlarına kalıncaya kadar müslümanlarla savaşmaya yemin
ettiler. Artık tek düşünceleri vardı. Bu savaşı mutlaka başarmak ve İslam'ı
ebediyyen yok etmek (İbnü'l-Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut,
1407/1987, II, 254, 255).
Yahudiler Kureyş'le anlaştıktan sonra Necid'e giderek Benu Süleym ve
Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalıştılar. Gatafan
kabilesini Hayber'in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında müslümanlara
karşı savaşmaya razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak
putperestliğin İslam'dan üstün olduğunu, fakat müslümanlarla savaşılmadığı
takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı propagandasıyla savaşa
kışkırttılar. Bu çalışmaları sonunda Fezare, Süleym, Sa'd ve Esedoğulları
kabileleri de ittifaka dahil oldu (Taberî, a.g.e., II, 566).
Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, üçyüz at, bin beşyüz devenin
bulunduğu dörtbin kişilik bir ordu donattı. Buna Yahudi ve diğer Arap
kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık onbin kişilik bir ordu
meydana geldi. Bu büyük ordu İslâm'a son ve öldürücü darbeyi vurmâk,
Allah'ın nurunu boğmak niyet ve umuduyla Medine'ye yöneldi. Arap yarımadası
belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şahit olmamıştı (İbn Hişam,
es-Siretit'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220):
Râsulullah (s.a.s) müttefiklerin girişimini haber alır almaz derhal bir
savaş meclisi topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması,
nasıl bir savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda istişare edildi.
Ashâbın çoğunluğu Medine'yi içerden savunmanın uygun olacağı görüşünde idi.
Bu görüş benimsendikten sonra Selman-ı Farisî hazretleri, "bizde bir
şehir üstün kuwetlerle kuşatıldığı zâman daima çevresine bir hendek kazılır
ve şehir bu şekilde savunulur" şeklinde görüş bildirince Rasûl
aleyhisselam bunu uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını
emretti. Vakidî'nin Hendek Savaşı sırasında Rasûlullah'ın Kureyş lideri Ebû
Süfyan'a yazdığım söylediği bir mektuba göre ise, şehrin çevresine hendek
kazılmasını doğrudan doğruya şanı yüce Allah, Rasûlüne ilham etmiştir.
Düşmanın geleceği yöne kazılacak hendekle şehrin koruması esas olmakla
birlikte Selmân-ı Farisî'nin teklifi içinde Medine'yi çevreleyen binalar
arasına kapatmak da vardı, zaten şehrin diğer tarafı dağ ve hurmalıklarla
çevrili idi (İbn Hişam, a.g.e., II, 255).
Rasûlullah, vakit kaybetmeden, ileri gelen sahabîlerle birlikte keşfe
çıkarak hendek kazılması gereken yerleri tesbit etti. Düşmanın saldırısına
açık bulunan yerlerin tesbitinden sonra bütün müslümanlar toplanarak hendek
kazma çalışmalarına başladılar. Medine'deki bütün araçlar toplandığı halde
yine de birçok müslüman araçsız kalmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah,
müslümanlarla anlaşmalı bulunan Benu Kurayza kabilesinden ödünç aletler
aldırdı.
Başta Rasûl aleyhisselam olmak üzere bütün müslümanlar canla başla
çalışıyorlardı. Mevsim kış olduğu için çalışmak oldukça güç ve yorucuydu.
Buna rağmen müslümanlar büyük bir coşkuyla çalışıyor, hep bir ağızdan
"bizler ömrümüz oldukça Muhammed'le birlikte savaşa devam etmek üzere
bey'ât etmişizdir" anlamında mısralar okuyorlardı. Hendek kazarken Hz.
Peygamberin birçok mucizesinin geldiğini yine İslâm tarihçileri
nakletmektedirler (İbn Hişam, a. g. e., II, 217, 219).
Rasûlullah da coşkuyla çalışan arkadaşları ile birlikte toprak kazıyor,
taşıyor, onlarla bir ağızdan şu anlamdaki beyitleri okuyordu:
"Allah'ın lütfu ve hidayeti olmasaydı biz ne hidayete erer, ne
sadakalar verir, ne de ibadet ederdik. Ya Rab! Bizi huzur ve sükuna erdir.
Düşmanla karşılaşırsak bize sebat ve metanet ver. Bize saldıranlar fitne
çıkararak fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara karşı koyuyoruz."
Münafıklar ise bu işi ağırdan alıyor ve çeşitli bahanelerle çalışmamak
istiyorlardı (İbn Hişam a.g.e., II, 216; Taberî, a.g.e., II, 566, 567).
Bu şekilde iki hafta boyunca süren gayret sonunda Medine çevresinin
gerekli yerleri hendeklerle kuşatılmış, hendeklerden çıkan topraklar iç
tarafa yığılarak siperler oluşturulmuştu.
Hendek kazma çalışmaları biter bitmez Rasûl aleyhisselam savaşabilecek
durumdaki bütün müslümanları topladı. Müslüman mücahitlerin sayısı üçbindi
ve otuz altı da at vardı. Müslüman savaşçılar gruplar halinde siperler
gerisine yerleştirildi. Bu sırada Ebû Süfyan komutasındaki ordu Medine'nin
Batısından, Necid kabileleri de Doğudan Medine önlerine geldiler.
Kureyş ordusu Medine'nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı civarına geldi.
Ortalığı boş görünce evvelce Uhud savaşında aldıkları mevkiye doğru
yaklaştılar. Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medine yolu üzerinde
ilerlemeye başladılar. Bir müddet sonra Rasûlullah'ın hendekler gerisinde
görülen çadırları karşısına geldiler ve onun karşısında yer aldılar
(Taberî, a.g.e., II, 570).
Müşrikler çevrede müslümanları görmeyince hızla Medine üzerine
atıldılar. Fakat müslümanlar tarafından kazılan hendeklere gelir gelmez ne
yapacaklarını şaşırdılar. O zamanlar böylesi istihkamlar inşa etmek Araplar
tarafından bilinmiyordu. Rasûlullah'ın bu değişik savunma yöntemi
müşrikleri hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı. İçerlerinde bazıları
atlarını hendekler boyu sürerek bir geçit aradılar. Fakat hendek gayet
derin kazılmış olduğu için geçmeyi başaramadılar. Bu arada hendek gerisinde
siperlenen müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tuttular. Düşman
süvarileri de bu şekilde karşılık vermek zorunda kaldılar. Müşrikler bir
aya yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi
bir savaş olmadı. Bir kaçı mübareze ve karşılıklı ok atmaktan başka ciddi
bir hareket olmadı (Taberî, a.g.e., II, 572).
Müslümanlar arada sırada taarruz eden düşmanı bu şekilde karşılayarak
savunma süresini uzatıyorlardı. Fakat bu sırada müslümanlarla anlaşma
içindeki Benu Kurayza kabilesinin anlaşmayı bozarak geceleyin Medine
üzerinde baskın yapmak için hazırlandıkları söylentisi yayıldı. Bu haber
müttelik ordulara göre oldukça zayıf olan müslümanlar arasında büyük bir
endişeye neden oldu. Rasûl aleyhisselam durumun açıklığa kavuşturulması
için Kurayza kabilesine birisini gönderdi. Benu Kurayza kabilesinin reisi
Kaab b. Esed'in Benu Nâdir kabilesi reisi Nayy b. Ahtab tarafından
kandırılmış olduğu ve Kurayzalıların gerçekten anlaşmayı bozmuş oldukları
anlaşıldı. Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasında dostluk bulunduğu
için Evs'in lideri Sa'd b. Muaz ve bazı Evs ileri gelenleri özel olarak
Benu Kurayza kabilesine gönderildi ise de olumlu bir sonuç alınamadı.
Kur'ân düşmanın gelişini ve durumun vehametini şöyle dile getirir:
"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler
dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde
bulunuyordunuz" (el-Ahzab, 33/10). Rasûlullah zaman geçirmeden ortaya
çıkan yeni duruma uygun tertibatı aldı. Müslümanlara hitaben, "emin
olunki bunun sonu hayırlıdır. Müslümanların yegane koruyucusu
Allah'tır" buyurarak müslümanlara güven verdi. Şehir içinde ve savunma
hattı çerçevesinde güvenlik önlemleri bir kat daha artırıldı. Geceleri
düşmanın ani bir baskın yapmasını önlemek amacıyla devriye kolları
çıkarılmaya başlandı.
Gece basar basmaz bütün devriye görevlileri görev yerlerine dağılıyor,
Rasûlullah ise savunma hattının en zayıf noktasında bekliyordu. Geceleri
çok soğuk olduğu için savaşın zorlukları kendisini daha ağır biçimde
hissettiriyordu. Bununla birlikte Müslümanlar inançla ve sabırla
görevlerini yerine getiriyorlardı.
Bu arada münafıklar da boş durmuyor bir takım teşvikler ve aldatıcı
sözlerle imanı zayıf kimseleri kandırmaya çalışıyorlardı. Nitekim Kur'ân bu
duruma "İki yüzlüler ve kalplerinde hastalık olanlar" Allah ve
Rasûlü size sadece kuru vaadlerde bulundu" diyorlardı (el-Ahzab,
33/12). Ayetiyle işaret etmektedir.
Kuşatma onbeş günden fazla sürdüğü halde müşrikler hiçbir sonuç alma başarısını
gösteremediler. Muhasaranın devamı sabahlara kadar siperlerde bekleyen
müslümanları oldukça kötü etkiliyordu. Şehrin dışarıyla bütün bağlarının
kestirilmiş olması yiyecek sıkıntısının başlanmasına neden oldu. Münafıklar
bundan da güç alarak yersiz konuşmalarını çoğalttılar. Eskiden beri meydan
savaşlarına alışmış olan müslümanlar düşman karşısındâ hiçbir şey yapmadan
beklemekten sıkılmaya başlamışlardı. Mevsimin şiddeti bu durumu daha da
etkiliyordu. Özellikle geceleri çıkan soğukta devriye görevini yapanlar
fazlasıyla muzdarip olmaya başladılar. Hatta hayvanlarına yedirecek birşey
bulamaz hale geldiler. Müslümanların direnci yavaş yavaş kırılmaya yüz
tutmuştu. Kur'ânın deyimiyle "İşte orada mü'minler denenmiş ve çok
şiddetli sarsıntıya uğramışlardı" (el-Ahzab, 33/11).
Durumun vehameti karşısında Hz. Peygamber, Müşriklerin birliğini
bozabilmek için bir ara Gatafanlıların reisleri Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe
ve el-Haris b. Avf b. Ebi harise el-Murriye haber göndererek dönüp
gitmeleri karşılığında Medine hurmalarının üçte birini onlara vermek üzere
anlaşmak istediyse de (hatta anlaşma metni bile hazırlanırken) Sa'd b.
Mu'az ve Sa'd b. Ubâde ile istişaresi sonucu bu fikirden vazgeçti (İbn
Hişam, a.g.e., II, 223; Taberî, a.g.e., II, 572-3).
Diğer yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyordu. Değişik
yönlerden peşpeşe saldırılarda bulunuluyor, hendeği aşamayarak çaresiz geri
dönüyordu. Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne
pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük
ustalığı ve Kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b. Abdived ile İkrime
b. Ebû Cehl, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. Hattab, Hübeyre b. Ebî Vehb
hendeği geçmek üzere ileriye gönderildi. Ebû Süfyan ve Halid b. Velid de
onun arkasından genel bir saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket
ettirdiler. Amr ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı
başardılar.
Amr b. Abdived atını ileriye sürerek müslümanları kendisiyle savaşacak
bir savaşçı taleb etti. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve
gözüpekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gayet usta bir silahşor,
çevik bir süvari olduğundan, onunla dövüşmeye kimse cesaret edemezdi.
Nitekim müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi.
Bu durumu gören Hz. Ali, Amr'a karşı çıkmak için izin istedi. Fakat
Rasûlullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak müslümanlara hitaben;
"İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani
ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?" diye bağırdı. Müslümanlardan
yine ses çıkmayınca Hz. Ali ikinci defa izin istedi. Rasulullah kendi
zırhını çıkarıp Ali'ye giydirdi, beline zülfikâr'ı taktı ve ellerini açarak
"Ya Rabb amcam Übeyd Bedirde; Hamza Uhudda şehid oldular bu Ali ise
kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz bırakma. Sen
Varislerin en hayırlısısın" diye dua ederek uğurladı.
Amr'ın karşısına çıkan Hz. Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali'nin
gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak
istemedi. Hz. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını
bildirdi. Kendisinin savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul
ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu söyledi. Ya müslüman
olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, yada kendisiyle dövüşmesini teklif
etti. İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti.
İlk saldırı Amr'dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali'nin kalkanını
parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Sıra kendisine geldiğinde
Ali indirdiği darbe ile Amr'ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle
tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.
Hz. Ali Amr'ın işini bitirince Dırar ile Hübeyre Ali'nin üzerine
yürüdüler. Dırar Hz. Ali'nin yüzüne bakar bakmaz dönüp kaçmaya başladı.
Sonradan Dırar, "ölüm meleği surete bürünmüş bana görünmüştü,"
diyecektir, bu kaçış hakkında. Çarpışmaya yeltenen Hübeyre de Ali'nin bir
kılıç vuruşu ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu, (İbn Hişam,
a.g.e., II. 224-225).
Hz. Ömer, kaçan kardeşi Dırar'ın peşinden, Zübeyr b. Avvam da Hübeyr'in
arkasından koştular. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe düşmüş,
yaralanmıştı. Müslümanlar onu taşa tuttular. Fakat Ali onları durdurdu,
hendeğe inerek boynu kırılmış Nevfel'in kafasını uçurdu.
Bu kötü sonuç karşısında Ebû Süfyan çaresiz ordugahına döndü.
Ertesi günü Benu Kurayza Kabilesi de düşman ordusuna katıldı.
Müttefikler böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek
saldırılarını sıklaştırmaya, tazyiklerini arttırmaya başladılar. Ok ve taş
muharebeleri akşama kadar sürüp gitti. Karanlık basınca müşrikler
ordugahlarına çekildiler. Genel bir saldırı düşüncesi müslümanlar
arasındaki endişeyi bir kat daha artırdı.
Bu arada savaşın yönünü değiştirecek önemli bir olay oldu. Düşman
saflarında iken müslüman olan Nuaym b. Mes'ud es-Sakafî gizlice Rasulullah'ın
ordusuna katıldı. Durumun kötülüğünü gören Nuaym, müttefiklerle Benu
Kurayza Kabilesinin arasını bozmak için iyi bir vesile oldu. Hz. Peygamber
ona Benu Kurayza ile müşriklerin arasını açması için talimat verdi. İslâma
girdiği bilinmediği için rahatça Benu Kurayza lideri Kaab b. Esed'in yanına
gitti. Kaab'ın yanında daha başka Yahudi liderleri de bulunuyordu. Onlara
yahudilere bir iyilik etmek isteğimi söyleyerek Kureyş ve Gatafan
kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti "hatta daha fazla zahmet
çekecek olurlarsa sizi bırakıp gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı
koyamazsınız. Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri
gelenlerinden birkaç kişiyi rehin alın" dedi. Yahudiler bu haberden
son derece memnun oldu.
Nuaym, oradan Ebû Sufyan'ın ordugahına geldi. Ona Kurayzalıların
anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı gizlice
yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan
liderlerinden birkaç kişiyi rehin alarak müslümanlara teslim etmeyi
düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebû Süfyan'ı vesveseye düşürdü. Derhal
kurayza liderine İkrime b. Ebî Cehl ve Benî Gatafanlı bir grupla haber
göndererek muhasaranın çok uzadığını, askerin açlıktan şikayet ettiğini bu
nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi
gerektiği arzusunda olduğunu söyledi. Buna karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve
Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine
güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureyş ve Gatafan liderleri bu haberi
işitince Nuaym'ın sözüne hak vererek rehin vermekten imtina ettiler.
Kurayza kabîlesi ise onların tavrının Nuaym'ı doğruladığını görünce
müttefiklerden ayrılarak onları kendi başlarına bıraktılar, (İbn Hişam,
a.g.e. II. 230) (Taberî, a.g.e. II 578-9).
Kuşatma yine sürüyordu, ama eski şiddetini kaybetmişti. Rasûlullah
(s.a.s) bu günlerde, bugün Ahzab Mescidinin bulunduğu yerde ayakta durup
ellerini yukarıya kaldırarak müşrik kabileleri aleyhinde üçgün boyunca dua
ettiler. Üçüncü gün öğle ile ikindi namazı arasında duasının kabul edildiği
kendisine vahyedildi. Ashab bunu Rasûlullah'ın yüzünde dalgalanan sevinçten
anladı. Cebrail (a.s.) "sevininiz, Allah onlara bir rüzgar
saldı."diyerek Allah'ın müşrikleri kasırga ile perişan edeceğini haber
vermişti. Allah Rasûlü hemen iki dizi üzerine çöküp ellerini kaldırdı.
gözlerini yere indirdi. ve "bana ve ashabıma acıdığın için sana
şükranlarımı sunarım Allah'ım" dedi. Sonrada haberi ashâbına o
müjdeledi.
Beklenen rüzgar birkaç gün sonra geldi. Bu soğuk, dondurucu bir
rüzgardı. Tozları, toprakları müşriklerin gözlerini dolduruyordu. Rüzgar,
onları kendi başlarının derdine düşürmüş, çekilmek, zorunda bırakmıştır.
Çadırların bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri
kumlara gömüyor, yakılan ateşleri, aşıkları söndürüyor, develeri, atları
birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yanına gidemiyor. Müşrikler
ordugahlarından devamlı tekbir sesleri, silah şakırtıları duyuyorlardı.
Kalplerine büyük bir korku düşmüş, amansız bir paniğe kapılmışlardı. Kur'an
sonradan bu olayı mü'minlere şöyle hatırlatmaktadır: "Ey mü'minler.
Allah'ın size olan nimetini anın. Hani üzerinize ordular gelmişti. Biz de
onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah
yaptıklarınızı görüyordu. "(ef-Ahzâb. 33/9)" "Allah
kâfirleri öfkeleri ile geri çevirdi. Hiçbirşey elde edemediler. Savaşta
iman edenlere Allah'ın yardımı kâfi geldi. Allah güçlüdür, herşeye
galiptir" (el-Ahzâb; 33/25).
Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin biraz sükûnet buldu. Allah
Rasûlü, Huzeyfe b. Yeman'ı düşman ordusu hakkında bilgi alması için
gönderdi. Huzeyfe, düşman ordusunun perişan halini görerek geri döndü. Hz.
Peygamber bundan son derece memnun oldu ve sonucu beklemeye başladı. (İbn
Hişâm, a.g.e. II. 231-2).
Ebû Süfyan ansızın uğradığı bu büyük felâket üzerine Kurayza
kabilesinin ordudan ayrıldığı ve orduda ihtalâf çıktığı bahanesiyle
kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emrini verdi. Amr İbnû'l-âs ile Halid
b. Velid ikiyüz süvari ile müşriklerin geri çekilişini denetlediler.
Müşrikler başansızlıklarından doğan umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla
ricat etmeye başladılar.
Kureyş ordusu Mekkeye, Gatafan kabileleri Necid'e doğru yol alırken
müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar. Düşmanın
telaş ve heyacan içinde geri çekilirken bırakmış oldukları erzak ve
zahirelere ve Ebû Sufyan'ın yahudi reislerinden Hayg'a gönderdiği yirmi
deveye el koydular. Develer kurban edildi, hurma dolu sepetler boşaltıldı
ve müslümanlara dağıtıldı. Bu ganimet vasıtasıyla muhasaranın ortaya
çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) müslümanlara hitab
ederek, "Ey İslâm mücahidleri! Emin olunuz ki bu muzafferiyet sizin
için ölümsüz bir başaııdır. Bundan böyle Kureyş kabilesi size değil, siz
Kureyş'e taarruz edeceksiniz" buyurdu. Rasûlullah'da bu sözleriyle
müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık müslümanların zafer yollarının
açıldığını da müjdelemiş oluyordu.
O gün öğleye doğru Hz. Peygamber, aldığı ilâhi bir emir gereği
müslümanlara derhal bir ilan yaptırarak bu savaşta müşriklerle bir olup,
kendilerini arkadan vuran Benu Kurayzaya karşı savaşmak üzere şu emri
verdi: "Kim dinler ve itaat ediyorsa, ikindi namazını Benû Kurayza
önlerinden başka yerde kılmasın" Bu emri alan müslümanlar derhal hareket
ederek bu yahudi belasını da ortadan kaldırdılar, (bk. Benû Kurayza
Savaşı). (İbn Hişam, a.g.e. II. 233-34).
KURAYZAOĞULLARI VE ONLARLA SAVAŞ
Kurayzaoğullari Medine'de yaşamış bir Yahudi kabilesidir.
Resûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiği zaman Yahudiler, küçük
nüfus toplulukları halinde Suriye'den güneyde Yemen ve Umman bölgelerine
kadar yerleşik halde yaşıyorlardı. Fakat onların en kuvvetli oldukları yer
Hayber bölgesiydi. Aynı insan kitlesi Medine (Yesrib)'de de mevcuttu. Ancak
anlaşıldığına göre bunlar, daha ziyade bir göz yumma ve müsamaha sayesinde
buralarda barınmaktaydılar. Zira Hz. Peygamber'in Medine'de yürürlüğe
koyduğu anayasada, insan unsurunu tayin ve tesbit eden maddeler,
Yahudileri, meydana gelen konfederasyonun müstakil ve otonom kabile
toplulukları değil, Evs veya Hazrec gibi çeşitli Arap kabilelerine mensup,
onların himayesine sığınmış insan toplulukları olarak tavsif edip
göstermektedir (M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tuğ,
İstanbul 1973 s.174; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri,
İstanbul 1969, s.31-40 vd.).
Bunlar üç ana kümeden ibarettiler: Kaynukalılar, Nadîrliler ve
Kurayzalılar. Fakat bunların arasında kan davaları bulunduğundan, ayrıca
kendi dost ve müttefikleri arasında da bölünmüşlerdi. Bunlardan
Kaynukaoğulları Hazrec'in müttefiki, Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları ise
Evs'in müttefiki idiler (İbn Hişam, es-Sıretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ,
İ.el-Ebyârî, A.eş-Şiblı, Mısır 1375/ 1955, l, 540).
Evslilerle Hazrecliler arasında savaş olduğu zaman, Kaynukaoğulları,
Hazrecle; Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları, Evsle beraber çıkar ve her
grup, kardeşlerine karşı, kendi müttefiklerine yardım ederler ve karşılıklı
olarak birbirlerinin kanlarını dökerlerdi. Halbuki Tevrat ellerindeydi ve
içinde (gerek lehlerinde gerekse aleyhlerinde) ne yazılı olduğunu
biliyorlardı. Evs ve Hazrec ise müşriktiler; putlara tapıyorlar, ne Cennet
ne Cehennem, ne ölümden sonra dirilme, ne kıyamet, ne kitab, ne helal ne de
haram tanıyorlardı (İbn Hişam, a.g.e., II, 540).
Savaş sona erince, biribirlerinden aldıkları esirleri, gûya Tevrat'a
uyarak fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı. Kaynukalılar; Evslilerin
elinde olan esirlerini, fidye vererek serbest bıraktırdıkları gibi,
Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları da, Hazreclilerin elinde bulunan
esirlerini fidye ödeyerek bıraktırırlardı. Müşriklere yardım etmek için
döktükleri kanlara ve aralarında öldürülenlere karşılık kısas
uygulamazlardı. Cenab-ı Allah, bu tutumlarından dolayı onları şöyle
azarlamaktadır:
"Bir zaman sonra siz, o kimseler oldunuz ki, artık birbirinizi
öldürmeye aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarmaya, kötülük ve
düşmanlıkta onlara karşı birleşmeye başladınız. Eğer onlar size esir olarak
getirilirlerse onlar (fidye karşılığında) esirlikten çıkarmak size haram
kılınmışken, esir mübadelesi yapıyordunuz" (el-Bakara, 2/85).
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, müslümanlarla müslüman
olmayanlar arasında genel bir antlaşma ve mukavele yapmıştı. Bu mukavele
hükümleri arasında; Yahudilerin de Mü'minlerle bir topluluk teşkil
ettikleri kabul olunmakta, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izni olmadıkça
kendilerinin herhangi bir askerî harekâtta bulunamayacakları, ne
Kureyşlileri ne de onlara yardım edenleri hiçbir şekilde korumayacakları,
Medine'ye bir saldırı olduğunda elbirliğiyle müdafaada bulunacakları hükmü
yer almakta, bu sırada Medine'de yaşayan Kurayzaoğulları da aynı hükme
dahil edilmekteydi.
Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları, aynı müşrik kabîlenin müttefikleri
oldukları halde, Nadîroğulları Yahudileri kendilerini, soydaşları
Kurayzadan üstün tutarlardı. Bir Kurayzalı, Nadîrden birini öldürecek olsa
tam diyet ödemeye mecbur tutulduğu halde; bir Nadûli Kurayzadan birini
öldürdüğünde yarım diyet öderdi. Böyle bir dönemde Nadîroğullarından biri
bir Kurayzalıyı öldürmüş her iki taraf Peygamberimize müracaat ederek
aralarında hüküm vermesini istemişlerdi. Aşağıdaki âyet bunun iizerine
nâzil olmuştur:
"Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, istersen onlardan
yüz çevir (kendi hallerine bırak). Onlardan yüz çevirirsen sana bir zarar
veremezler. Şayet aralarında hükmedersen adaletle hükmet" (el-Mâide,
5/42).
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), her iki cemaatı eşit muameleye tabi
tutmak suretiyle aradaki imtiyazı kaldırmış, Kurayzalıları, Nadîrlilerin
seviyesine yükseltmiştir (İbn Hişam, a.g.e., II, 566).
Ne var ki, Kurayzaoğulları nankörlük ederek, Rasûlüllah ile olan
muahadeyi bozan ve O'na karşı savaşa kalkışan Nadîrlilere katıldılar.
Peygamberimiz, Nadîroğulları Yahudilerini muhasara ederek yurtlarından
sürüp çıkardığı halde Kurayzaoğulları Yahudilerini affetti. Yeni bir
muahede ile onları yerlerinde bıraktı (Buhârî, Meğâzî, 14; Müslim, Cihad ve
Siyer, 20).
Buna rağmen Kurayzaoğulları Yahudileri sinsi düşmanlıklarını
sürdürmüşler; Hendek kuşatması sırasında Nadîroğullarına ait casuslar,
onları müşriklerle işbirliği yapmaya tahrik ve teşvik etmiş, onlar da bu
propagandaya kapılarak şehrin savunma planlarını boşa çıkaracak şekilde
içerden harekete geçmişlerdi. Fakat Cenab-ı Allah, kâfirlerin tuzağını boşa
çıkarmış, Müslümanları bunların şerrinden korumuştu (el-Vakidî, el-Meğâzî,
Kahire 1367/1948, s.290).
İslâm düşmanları, Hendek muhasarasını kaldırıp gidince Resûlullah
(s.a.s), evine gelerek silahlarını çıkarıp yerine koymuş ve yıkanmıştı. Bu
arada Cibrîl (a.s.) Peygamber (s.a.s)'e geldi ve:
"Sen silahını çıkarmışsın! Vallahi biz melekler henüz
silahlarımızı çıkarmadık. Haydi onlara doğru yola çık ! " dedi.
Peygamber: "Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayzaoğulları
yurdunu işaret ederek: "İşte şuraya" dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.s), Kurayzaoğullarına doğru hareket etti (Buhârı, Meğâzî,
32).
Enes İbn Malik der ki; "Resûlullah (s.a.s) Kurayzaoğullarına sefer
ettiğinde, Cibril'in melek alayının Ganmaoğulları sokağından geçtikleri
sırada yükselen tozunu bugün bile hâla görür gibiyim" (Buhârî, Meğazî,
32; İbn Sa'd, Tabakât, II, 76).
Hz. Peygamber (s.a.s), ordusuyla Kurayzaoğulları yurduna varıp onları
kuşatma altına aldı. Kuşatma yirmi beş gece sürdü. Kurayzaoğulları
muhasaranın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir
sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar.
Resûlullah (s.a.s)'e, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği
hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Peygamber de;
"Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seciniz" dedi. Bunun
üzerine Sa'd İbn Muaz'ı hakem seçtiler (İbn Hişam, a.g.e., III, 239;
Buhârî, Cihad, 32; Taberî, Tarih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadı İbrahim, Beyrut
II, 592).
Resûlullah (s.a.s), bunlar hakkında hüküm vermesini Sa'd İbn Muâz'a
havale etti. Sa'd da:
"Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları
öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim
olunsun" dedi (Buhârî, Cihâd, 32; Taberî, a.g.e., II, 592).
Hz. Peygamber (s.a.s), onları Medine'de bir evde hapsettikten sonra,
hendekler kazdırmış ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş,
kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da müslümanlar arasında taksim
etmiştir (İbn Hişam, a.g.e., III, 240, 244).
Cenab-ı Allah, bu hususu Kur'ân-ı Mubîninde şöyle dile getirir:
"Allah, Kitap ehlinden kâfirleri destekleyenleri kalelerinden
indirmiş, kalblerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor kimini de
esîr ediyordunuz" (el-Ahzâb, 33/26).
"Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi
basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah her şeye
kâdirdir" (el-Ahzâb, 33/27; Ayrıca İbn Hişam; a.g.e., III, 250; M.
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3886).
HUDEYBİYE BARIŞI
Hz. Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek
istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan
olaylardan sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma. Allah
Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl
geçmişti. Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp
tutuşuyorlardı.
Allah'ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın
özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında ashabı
ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah'ın ashaba
anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye.
Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek
isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hattâ İslam'ı kabul etmeyen kabileleri
bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı.
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü
(13 Mart 628) bin dörtyüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti.
Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen
kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine
geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler. Yanlarında
Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar
kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı.
Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed'in hareketini öğrenince toplanarak ne
pahasına olursa olsun, Rasûlullah'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi
kararlaştırdılar. Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel
olmak üzere de Halid bin Velid komutasında ikiyüz atlıdan oluşan bir birlik
gönderdiler.
Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti. Devesi burada
kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine
çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye
girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin
inmesini emretti.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi
gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman (r.a)'ı Mekke'ye
gönderdi. Hz. Osman (r.a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün
olmadığını anladı. Zira müşrikler, müslümanların Mekke'ye girişini
kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının
gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç
mümkün gözükmüyordu.
Bu arada Hz. Osman (r.a)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi
yayıldı. Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden
"ölüm" üzere bey'at aldı. Ashab-ı Kirâm'ın ölüm için
yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı. Bu
durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler.
Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i kerime'de şöyle buyurulur:
"Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın
eli onların ellerin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş
olur ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat
verecektir" (el-Feth, 48/10) ve "Allah şu mü'minlerden razı
olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey'at ediyorlardı. Allah onların
gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve
onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara alacakları birçok ganimetler
bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19)
âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakk'ın biat edenlerden razı
olduğunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında
"Biatü'r-Rıdvân" ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da
razılık ağacı anlamında "Şeceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir. Kısa
bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu
anlaşılmıştır.
Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu.
Müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça
söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için
gelmedik. Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureyşliler eski
savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure
için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde
Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek
barış öneriyordu.
Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar.
Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler.
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını
tesbit ettiler. Buna göre;
1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine
saldırmayacaklardı .
2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler,
ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün
kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı.
3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade
edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest
olacaklardı.
Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhine
idi. Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu
andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler.
"Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti
neden kabul ediyoruz?" diyen Hz. Ömer'in sözleri, müslümanların genel
üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi.
Fakat şüphesiz Allah ve Rasulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin
zillet olduğunu daha iyi bilirdi.
Allah Rasûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği
yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra mü'minlerin
annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve
tıraş oldu. Bunun üzerine bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını
kesip tıraş oldular.
Hudeybiye'de ondokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola
çıkıldı. Yolda, "Biz sana apaçık bir fetih verdik. Bununla Allah senin
geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini
tamamlayacak ve seni doğru bir yola iletecek. Allah sana şanlı bir zafer
verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil
oldu.
Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i Mübin"
(apaçık bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok
geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin
fethi gibi zaferler izledi.
Hudeybiye andlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi
hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam
toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta müslümanları kökten
yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok
girişimde bulunmuşlardı. İşte bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine
İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum İslam'ın kabileler
arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu.
Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki
yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi
ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ
etme imkanına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler
arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile
Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı,
Hudeybiye'den önceki ondokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına
ulaşmıştı.
Andlaşma maddelerinden müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den
kaçan müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi. Daha andlaşma
imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in,
"Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım. Beni
tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi
teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş
adına andlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi,
müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı .
Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyşlilerin yanına
götürdü. Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar
(Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204). Hz.
Muhammed (s.a.s), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû
Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı. Sen biraz
sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile. şüphesiz Allah, senin
ve senin yanında bulunan zayıf mü'minler için bir genişlik ve çıkar yol
ihsan edecektir. Biz onlara Allah'ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz
verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak
bize yaraşmaz" (Asım Köksal, a.g.e, Vl, 204). Hz. Ömer, bu geri çevirmenin
dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın
sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret
etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Andlaşması gibi
aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı .
Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke Şam
kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları
üçyüze ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye
başladılar. Kureyş'in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli
müşrikleri öldürüyorlardı. Kureyş müşrikleri bu durum karşısında
müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini,
gerçekten iman etmiş bir mü'mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha
zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için
başvurdular. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek
İs'teki müslümanları Medine'ye çağırdı.
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma
olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i
mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
HAYBER GAZVESİ
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında fethettiği, Şam-Medine yolu
üzerinde Medine'nin 150 km. kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim
merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve
tahıl merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardır. Bunlar Nâim, Kamûs, Şık,
Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz.
Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde
olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasından dolayı
Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara
başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm,
es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada rağbet edenlerin
katılmasını emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Eşi Ümmü
Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz
buranın hayrını isteriz" buyurmuştur. Rasûlullah Medine'den hareket
ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu. Sabaha
kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlıların Hayber'e
yardımını engellemek için burada konaklamış bulunuyordu. Hayberliler sabaha
kadar, müslümanların gelişinden haberdar olmamışlardı. Sabahleyin
kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş ve günlerden de
cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes
günleri olduğu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu
görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd,
et-Tabakat, II,106). Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da
Hz. Ali taşıyordu. Bu gazvede müslümanların kullandıkları parola; "Yâ
Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker
öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı. Burada Mahmûd b. Mesleme
atılan taşla şehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra,
Vatîh, Sülâlim, Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı. Bu kalelerin ele
geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar oldu. Müslümanlardan yirmi beş kişi
şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu. Hayber'in ileri
gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardeşi
öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar. Ancak Hayber halkı
esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah
da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı
Safiyye de esirler arasında idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanına
dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e eş
olmayı tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile
evlenmişti. İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye anlatmış O da; "Sen
ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da,
gözü morarmıştı. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu
morluğun izi vardı. Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması üzerine eşi de bu
hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir
koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun
zehirli olduğunu bildirdi. Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle
dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer
hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz." Ancak Bişr b. Berâ bundan
aldığı lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas
olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu
lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının korunması, çoluk ve
çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve
topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve
silâhlarını teslim etmeyi, hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek
şartıyla Hz. Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar. Rasûlullah da Hayber
arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz
toprağı işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak"
demeleri üzerine Hz. Peygamber, onları kendi mülklerinde yarıcı olarak
çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân,
Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocukları
bağışlanmış, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara
bırakılmıştı. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti.
İşte Kinâne b. Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı, iâdesi gereken
malları sakladığı ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için
öldürülmüştür (İbn Hişâm III, 351). Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre
Rasûlullah onları Hayber'den istediği zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc,
24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya
devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak işi ile, Hz. Abdullah b.
Ravâha görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer zamanında aralarında zinânın
çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz. Ömer'in oğlu
Abdullah'a suikast girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber
toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir
(el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber
mad.) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın
"Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına dâir" hadisinin de
sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn
Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra
Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim ettiği ashaba ve ailelerine
dağıtmıştır.
HAZRETİ PEYGAMBERIN ELÇİLERi
Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber
olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafindan , Islam dinine
davet icin etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci
senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre Itimat
ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah”
diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin
birer elçi seçildi ve gönderildi.
Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oglu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi
Necaşi Amr bin Umeyye ye layik olduğu ikrami yapmiş ve gereken hürmeti
göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.
Rum Kayseri de Hazreti Muhammedin Mektubunu saygili bir sekilde eline
alip yüzüne sürmüs ve Dihye `ye pek cok hürmet edip bir cok hediyeler
vermistir.
Cünkü Rum Kayseri ile Iran Kisrasi arasinda bir süredir sert
carpismalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almis ve bütün
Arabistani benimsemisti. Iranlilar Müsrik oldugundan, bütün Ehl-i Kitabin
düsmani idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde
bulunuyorlardi.Iranlilarin Rumlara üstün gelmesinden dolayi Kureys
Müsrikleri sevinmisler müslümanlar ise üzülmüslerdi.
Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmisti. Hevze Mektubu alip
okudugunda eger Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim
demis Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkindan gel "diyerek
dua etti ve kisa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüstür.
Gassan Hükümdarina Şuca Esedı (r.a)gönderılmiş Gassan Hükümdarı Ebu
Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ‘’İşte ben onun üzerıne
ordu
gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi
duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris ,
küfür üzere ölerek cehennemi boylamişti.
Iran Kisrasi Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev
Perhiz Rasulullahin Mektubunu Hiddetlenerek yirtip atti ve emrindekilere
‘’Şu hicaz tarafinda peygamberlik davasi güden adami bana gönderin’’ diye
emretmiş fakat çok kisa bir süre sonra oda oglunun baskinina ugrayip öbür
dünyayi boylamiştir.
MUTE SAVAŞI
Islâm devletinin Medine'de kurulmasindan sonra Müslümanlarla Rumlar
arasinda yapilan ilk savaş. Mûte, Şam bölgesine giren Belka yakinlarinda
bir yerin adidir. Hz. Peygamber, Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'i Busra
(Havran) Emiri Şurahbil b. Amr el-Gassânî'ye Islâm'a davet mektubunu sunmak
üzere yollamiş, ama bu sahabi Gassanile tarafindan şehid edilmişti.
Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayişi geregince düşman ülkeler
bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardi. Hz. Peygamber, ashabina çok
düşkündü, onlardan birinin başina bir sikinti geldi mi ondan çok rahatsiz
olurdu. Bu sebeple ashabindan birinin küstahça öldürülüşüne seyirci
kalamazdi. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazirladi. Ordunun kumandani Zeyd b:
Hârise idi. Şayet bu zât şehid düşerse yerine Cafer b. Ebi Talib, o da
şehid düşerse Abdullah b. Revâha geçecekti. Düşman önce Islâm'a davet
edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razi olmazsa Islâm elçisini öldüren
bu cânilerle savaşilacakti. Peygamberimiz (s.a.s) orduyu
Seniyyetü'l-Veda'ya kadar yürüyüp ugurladi.
Halid b. Velid gibi yüksek askerî bir deha ve üstün strateji bilgisine
sahip bir kimse de bu savaşa bir nefer olarak katilmiştir. H.8/M.629
yilinda Islâm ordusu Medine'den çikip Mûte'ye ulaştiginda karşilarinda
Bizans'in desteginde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu
bulmuşlardi. Islâm ordusunun kumandanlari meseleyi tartiştilar; geri
dönmek, Hz. Peygamber'e haberci yollamak hususlarini görüştüler. Ancak
savaş görüşü agir basmiş ve iki ordu karşilaşmişti. Zeyd. b. Hârise (r.a)
şehit düşünce, sancagi, Cafer aldi Ca'fer'in sag eli kesildi; bu sefer
sancagi sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancagi yine birakmadi;
kesik iki elinin kalan kisimlariyla sikiştirarak gögsü arasinda tuttu.
Nihayet o da şehid düştü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine
uyularak sancagi, Sahabenin şâirlerinden Abdullah b. Revâha aldi; o da
şiirler söyleyerek harbetti ve şehâdet şerbetini içti. Işte bu sirada
askerde genel bir çöküntü dogmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin istegi
üzerine Hâlid b. Velid kumandayi ve sancagi eline aldi. O gün akşama kadar
savaş yapildiktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sag kanatta bulunan
müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sag kanada, arkadakileri
öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde degişiklik yapti. Böylece
düşmana yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir
yandan da Islâm ordusunu kesin hezimete ugramaktan ve bütünüyle kiliçtan
geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta ric'atten
evvelki bir hücumunda Hâlid, düşmana bir hayli kayip verdirmiş ve bol
ganimet de elde etmişti. Işte bu şekilde Islâm ordusunu Medine'ye
sag-saglim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşi Medine'de, oldugu
gibi görmüş ve her safhasini minberden müslümanlara anlatmişti. Sira ile
kumandanlarin şehadetini anlattiktan sonra sira Hâlid'e gelince "En
sonunda sancagi Allah'in kiliçlarindan bir kiliç aldi " buyurmuş ve
bundan sonra Halid b. Velid'e "Seyfullah" lakabi verilmişti.
Hâlid b. Velid diyor ki: "Mûte Savaşinda elimde dokuz kiliç
parçalandi." Bu ifadeden Mûte Savaşinin ne kadar şiddetli geçtigini
anliyoruz.
Bu savaşa katilmiş bulunan Abdullah b. Ömer diyor ki: "Mute günü
ben Ca'fer'i şehid edilmiş olarak gördüm. Onun vücudunda süngü ve kiliç
darbesiyle elli yara saydim. Bu elli yaradan hiç biri arkasinda degildi.
"Bundan Ca'fer b. Ebu Talib'in ne kadar korkusuzca ve sanki arkasina
hiç dönmeden düşmanla savaşmiş oldugu anlaşilmaktadir. Ca'fer şehit olduktan
sonra "Ca'fer-i Tayyar: Uçan Ca'fer" diye anilmiştir. Allah
yolunda kesilen iki koluna karşilik Cenab-i hak ona iki kanat ihsan
etmiştir ki, bu; onun mânen yüce mertebelere eriştirildigine işarettir
denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), bütün ashabini ayirdetmeksizin çok
severdi. Bu üç şehid kumandani ve Habeşistan muhacirlerinden amcasinin oglu
Ca'fer'i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin ardindan agladi. Bu; sevgi,
şefkat, merhametin eseri olan aglamakti, yoksa feryat degildi. Nitekim
feryat tarzindaki aglama haberleri kendisine ulaşinca böyle aglamaktan
müslümanlari yasakladi. Peygamber Efendimiz şehitlerin ve bu arada
amcasinin oglu Ca'fer'in ailesini de teselli etmişti.
MEKKENIN FETHI
Hudeybiye andlaşmasina göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekirogullari
kabileside Kureyş kabilesi himayesine girmişdi.Fakat Bekirogullari kabilesi
ansizin Kureyşlilerden Saffan bin Umeyye,Ikrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin
Amr, Huveytib bin Abduluzza, Mükrez oglu Hafz ve bir kisim kureyşli
müşriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldirmişlar ve onlardan 23 kişiyi
öldürmüşlerdi.Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 40
kişilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayi Resulullaha anlattilar.
Resulullah Kureyşlilere, ya bu saldirida öldürülen 23 kişinin diyetinin
ödenmesini yada Kureyşlilerin Bekirogullarinin himayesini birakmasini
istedi. Kureyşli Müşrikler bunlari da kabul etmediler.Fakat yinede
anlaşmayi bozduklari için içlerini korku bürüdü. Ve tekrar anlaşma
yapmalari için Ebu Süfyan-i Medineye yolladilar. Ebu Süfyan
Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye
eli boş olarak döndü.Peygamberimiz büyük bir ordu hazirlayarak gizlice
Mekke şehrini kuşatti. Aniden basilan Mekkeli Müşrikler neye ugradiklarini
şaşirmişlar ve savaş hazirligini bile yapamamişlardi. On ikibin kişilik
büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karişmadan kolayca Mekke şehrini
fethetmişlerdir.Hicretin sekizinci yilinda Resulullah (s.a.s.)'e boyun egen
Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladi. Allah Teâlâ'nin
mübarek kildigi, Islâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten,
putperestlikten ve bütün diger hurafelerden arindirilmiş yeni bir hayata
kavuştu. Daha önce bagimsiz bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten
sonra ekonomik ve sosyal durumu da degişmişti. Mekke, ihtiyaçlarini temin
edebilmek için ihtiyaç duydugu yogun kervan faaliyetlerine eskisi gibi
bagimli degildi. Zira, Islâm devleti elde ettigi gelirleri ihtiyaç olan
yerlere adil bir şekilde taksim ettigi için Mekke'nin ihtiyaç duydugu her
şey Islâm devleti eliyle saglaniyordu. Ayrica eski ticarî faaliyetler,
Mekke için artik hayatî olma özelligini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarinda
çok degişik bir manevî atmosfer altinda hareketli ve canli günler
yaşiyordu. Bu zaman zarfinda çok yogun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu.
Ayrica Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanlarin kalplerinde yaşattiklari ve
oraya ulaşip, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârliklari göze
aldiklari bir manevî şehir olma özelligini kiyamete kadar sürdürecektir.
HUNEYN SAVAŞI
(Şevval, 8. H/630 M.)
Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasinda
meydana gelen savaş.
Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrıldığı zaman,
nereye gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin kabilesi kendi
üzerlerine gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı.
Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık
sıranın kendilerine geldiğini anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp
kendilerinin saldırmalarının daha uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah
bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı altında birleştirmek kararında olduğu
için, müslümanlarla müşriklerin er veya geç çatışmaları kaçınılmazdı.
Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve diğer müşrik Arap kabileleri ile
ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu
hazırlamışlardı. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm
kalım savaşı olduğunun farkında idi. Askerlerinin bütün güçleriyle
savaşmasını sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını, kadınlarını ve
mallarını birlikte getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için
top yekûn yok olma anlamı taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s), müşrik kabilelerin bu ittifaklarını ve savaş
hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına başladı.
Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla
Mekke'den çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden,
beşbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden
oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi.
Müşriklerin başlıca amacı, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve
müslümanların durumlarını görmekti.
İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle Huneyn civarına geldi. İslâm
ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar
üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi
kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla
yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler bile
oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar
büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dağın
olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran sayıları ve
kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve Allah'ın yardımı idi. Bunu
unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden
olmuştu.
Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti. Huneyn, Mekke ile
Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve
gizli yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan
yararlanarak ordusunu pusuya yatırdı.
Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama yaparak İslâm ordusuna
savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti; sadakat ve
bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere
ulaşacaklarını müjdeledi.
İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin kumandanı Halid b. Velid idi.
Ordu Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir
şekilde, düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın
işgal ettiği tahmin edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir
anda müthiş bir saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar.
Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid'in komuta ettiği Süleymoğulları
atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya
başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu
şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı.
Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, şimdi, bu
sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır. Allah,
Rasûlünü bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini
sönmezdi. Ufuktan güneş doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın
güneşi batamazdı. Yalnız Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak
gerekiyordu.
Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası
Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur)
Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu)
ve Üsame İbn Zeyd'den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir
kahramanlık ve dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç
müslümanla birlikte savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e bir
zarar gelmemesi için atının dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı
yarmaya çalışıyordu.
Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların dağılışını görünce, sevinç
duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı dile
getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan
b. Harb, "artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer.
Andolsun ki Havazinliler onları yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin
sözde müslüman olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna
uğradıklarım müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da
öldürülen Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın oğlu Şeybe ise,
"Bugün Muhammed'den intikam alıyorum" diye bağırıyor, fırsattan
istifade ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım arıyordu.
Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah vadinin sağ tarafına doğru çekildi.
Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçışan
müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben
Muhammed b. Abdullah'ım" diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine
giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Rasûl
aleyhisselâm yanındaki Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını istedi. Hz.
Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan
ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır!
Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar
"lebbeyk" diyerek koşup Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya
başladılar.
Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanları muntazam bir
birlik haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın
olağanüstü bir şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı"
buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.
Çarpışma şiddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet
örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak oldu.
Bu olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş
öylesine şiddet kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak
hezimete uğradı ve kaçmaya başladı.
Allah'ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah müslümanları sınamış,
bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu
savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir:
"Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi
böbürlendirdiği fakat bir faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına
rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı döndüğünüz Huneyn gününde
yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).
Rasûlüllah (s.a.s) düşmanın kaçmaya başladığını görür görmez derhal
takip edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir şekilde takip
edilmeyle başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir
kuvvet olduğu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini
himaye etmeye çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği kadın ve çocukları
savunma başarısını gösteremedi.
Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde
ettiler. Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında İslâm ordusunun
beş şehid, düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.
Düşman ordusu dağınık biçimde ve değişik yönlerde geri çekildiği için
birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde
Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye, bir
kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.
Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek üzere bir birlik
görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a
vardı. Aralarında son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında
müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Fakat onun yerine geçen
kardeşi Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.
Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu.
Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında
taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine
sığınan düşmanı takiben Taif'e doğru hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap
yarımadasının Şirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması yolunda
önemli bir adım daha atılmış oluyordu .
HAYBER GAZVESİ
Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında fethettiği, Şam-Medine yolu
üzerinde Medine'nin 150 km. kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim
merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve
tahıl merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardır. Bunlar Nâim, Kamûs, Şık,
Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106)
Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak
halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasından
dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re
hazırlıklara başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm,
es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada rağbet edenlerin
katılmasını emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yı vekil bıraktı. Eşi Ümmü
Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz
buranın hayrını isteriz" buyurmuştur. Rasûlullah Medine'den hareket
ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu. Sabaha
kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlıların Hayber'e
yardımını engellemek için burada konaklamış bulunuyordu. Hayberliler sabaha
kadar, müslümanların gelişinden haberdar olmamışlardı. Sabahleyin
kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş ve günlerden de
cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes
günleri olduğu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu
görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd,
et-Tabakat, II,106). Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da
Hz. Ali taşıyordu. Bu gazvede müslümanların kullandıkları parola; "Yâ
Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker
öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347).
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı. Burada Mahmûd b. Mesleme
atılan taşla şehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra,
Vatîh, Sülâlim, Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı. Bu kalelerin ele
geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar oldu. Müslümanlardan yirmi beş kişi
şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu. Hayber'in ileri
gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardeşi
öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107).
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar. Ancak Hayber halkı
esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah
da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı
Safiyye de esirler arasında idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanına
dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e eş
olmayı tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile
evlenmişti. İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye anlatmış O da; "Sen
ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da,
gözü morarmıştı. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu
morluğun izi vardı. Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması üzerine eşi de bu
hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir
koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun
zehirli olduğunu bildirdi. Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle
dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer
hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz." Ancak Bişr b. Berâ bundan
aldığı lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas
olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu
lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
II, 222).
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının korunması, çoluk ve
çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve
topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve
silâhlarını teslim etmeyi, hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek
şartıyla Hz. Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar. Rasûlullah da Hayber
arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz
toprağı işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak"
demeleri üzerine Hz. Peygamber, onları kendi mülklerinde yarıcı olarak
çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî,
Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre
çoluk ve çocukları bağışlanmış, araziler elde edilen mahsulün ikiye
ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı. Buna mukabil hiç bir mal
saklanmaksızın teslim edilecekti. İşte Kinâne b. Rabi' bu andlaşma
hükümlerine uymadığı, iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b.
Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür (İbn Hişâm III, 351).
Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği
zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).
Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya
devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak işi ile, Hz. Abdullah b.
Ravâha görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer zamanında aralarında zinânın
çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz. Ömer'in oğlu
Abdullah'a suikast girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber
toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Şam'a
sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî,
Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına
Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına
dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik,
Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri
Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın
taksim ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır.
TEBÜK SEFERİ
Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yılında, Şam'da toplanan kırkbin
kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e kadar
sevkettiği en son ve en güçlü askerî hareket.
Tebük arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam'ın ortasında bir yerin
adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu
burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır. Bu seferde
savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu techiz edilmiş, böylece
askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.
Seferin nedeni: Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazan
Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldüğünü, müslümanların da kıtlık ve
yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları
kendi dinine katmanın tam zamanı bulunduğunu bildirdiler (Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk bin
kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam,
Lahm, Gassân ve Âmile adını taşıyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte
hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı. Zaten Allah'ın elçisi kuzey
sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince
genel seferberlik ilân etti. Allah'ın Resulu diğer gazvelerde genellikle
seferin nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir
sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak
ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu.
Mekke'den ve diğer arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler
çıkarılmıştı.
Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi
"güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin
rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük
zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak "Gazvetü'l
usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da
"Ceyşü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117;
ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara
1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991).
Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin
olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında
ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa
isteksizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu
yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:
"Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çıkın,
denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak
istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı
oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçici zevki ahiret saadeti yanında pek az
ve değersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devamı ayetlerde, eğer bu cihata
çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının Allah'a
değil kendilerine olacağı, Allah'ın Resulune yardım etmeseler bile,
Allah'ın O'na yardım edeceğini, nitekim Mekke'den hicret ederken de
Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; "üzülme,
Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'ın Resulune emniyet
ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe,
9/39, 40).
İİslâm toplumu su ayetle topluca cihata çağrıldı: "Ey müminler!
Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla
canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır" (et-Tevbe, 9/41).
SAHABENIN ORDUYA YARDIMLARI:
Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahım! Sen şu bir
avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana
ibadet olunmaz" diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla
cihata teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım
getirmeye başladılar.
Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir
koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamber'in "Geride ne bıraktın?"
sorusuna "malımın yarısını" diye cevap vermiştir (İbn Esîr,
Üsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul,
t.y., IX, 156, 157). Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah
elçisinin "Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna;
"Onlara Allah ve Resulunü bıraktım" diye cevap verince, bunu
işiten Hz. Ömer hayır yarışında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek
ağlamıştır (Vakıdî, Meğâzî, III, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., III, 327).
Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarısını getirince
Allah elçisi; "Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için
ayırdığını da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir,
X, 197) diye dua etmiştir.
Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üçyüz
deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullah'ın kucağına
dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de
razı ol” diye dua etmiş ve Osman'in bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir
sorumlulugunun bulunmayacagini bildirmiştir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75;
Vâkidî, a.g.e., III, 991; Ibn Ishak, Ibn Hişâm, Sîre, IV, 161). Ayrica Hz.
Osman'in birer altin sarfi ile onbin askeri techiz ettigi, su içtikleri
kaplarin agiz baglarina ve aski iplerine kadar saglanmadik ihtiyaçlarinin
birakmadigi nakledilmiştir. (Vâkidî, Megâzî, III, 991; Belâzurî,
Ensâbü'l-Eşraf, 1, 368).
Malî durumu zayif olanlar da ellerinden gelen yardimi yapiyorlardi. Hz.
Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakasi kiyamet günü Allah
katinda onun lehine şahitlikte bulunacaktir" buyurunca, bir adam
başina sardigi sarigi vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel
bir deveyi bagişlayip gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşiliginda
sabaha kadar su çekmiş, bir ölçegini ev ihtiyaci için ayirmiş, bir ölçegini
de orduya bagişlamişti. Hz. Peygamber onun için de hayir ve bereketle dua
etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195). Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise mali,
mülkü, biniti olmadigi için cihata hiçbir katkisi olamayişindan çok
üzgündü. Gece namazindan sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarinin
olmayişindan yakindi. Ertesi gün sikilarak, alay edilmeyi göze alarak çok
az bir meta'i Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara kariştirildi.
Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle
buyurdu: "Muhammed'in varligi, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin
ederim ki, sen sadakasi kabul olunanlarin Divan'ina yazildin" (Ibn
Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Misir 1390/1970, III, 4; Vâkidî, a.g.e., III, 994; Ibn
Hacer, el-Isâbe, II, 500).
Kadinlar da ellerinden gelen yardimi yapmaktan geri durmuyorlardi. Ümmü
Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatir: "Hz. Âîşe'nin evinde Resulullah
(s.a.s)'in önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler,
bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarini baglayacak
bir takim kayişlarla, kadinlar tarafindan gönderilen ve savaşta işe
yarayabilecek bir takim şeyler bulunuyordu" (Vâkidî, Megâzî, III, 991,
992).
Tebük Seferi ve Münafiklar:
Münafiklar müminleri başariya götürebilecek her önemli işte oldugu gibi
gerek Tebük gazvesi hazirliklari ve gerekse yolculuk sirasinda bozgunculuk
yapmaktan geri durmadilar.
Münafiklarin başi Abdullah b. Ubey b. Selül; "Muhammed Roma
devletini oyuncak mi saniyor? Onun ashabiyla birlikte yakalanip esir
olacaklarini gözümle görmüş gibi biliyorum" diyerek halka korku ve
ümitsizlik vermeye çalişiyordu (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kissalari
ve Halifelerin Tarihleri, Istanbul 1977, I, 206).
Münafiklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadigi halde Tebük
seferine katilmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'in Resulu
seksenden fazla münafiga izin verdi. Kimi münafiklar da ganimet almak için
Tebük ordusuna katilmiş ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri
durmamişlardir (Ibn Ishak, Ibn Hişam, Sîre, 160 vd.; Taberî, Tarih, III,
142 vd.; Vâkidî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66).
Orduya özürsüz katilmayan münafiklarla ilgili çeşitli ayetler indi.
Bazilari şunlardir: "Onlardan bazisi peygambere: "Bana izin ver,
beni fitneye düşürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine
düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşaticidir"
(et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'in Resulune muhalefet
ederek oturup kalmalarina sevindiler. Allah yolunda mallariyla canlariyla
cihat etmeyi hoş görmediler. "Bu sicakta savaşa çikmayin "
dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sicaktir". Keşke
bilseydiler. Yaptiklarinin cezasi olarak, artik az gülsünler çok
aglasinlar" (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrica bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83,
86, 87, 90, 93-96).
YAHUDI SÜVEYLIM 'IN EVININ YAKILMASI:
Münafiklardan bazi kişilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki
evinde toplanip, Tebük gazasina çikacak halki Hz. Peygamber'in etrafindan
dagitmak üzere toplandiklari haber alindi.
Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'i (ö. 36/656) bazi
sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek
üzerlerine yikmasini emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin
damindan atlayinca ayagi kirildi. Ibn Übeyrik ve arkadaşlari ise damdan
atlayip kaçtilar (Ibn Ishak, Ibn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis,
II, 124).
IHMALCILIK YÜZÜNDEN SEFERE KATILMAYAN MÜSLÜMANLAR:
Mümin olduklari halde ihmalcilik yüzünden sefere katilamayanlar da
olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r.
anhüm) idi.
Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at etmiş, Bedir dişinda tüm
gazalara katilmişti. Tebük seferine katilmak için her türlü imkâna sahip
oldugu halde sirf ihmalciligi nedeniyle bu gazaya katilamadigini şöyle
belirtmiştir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazirlanmaya başladilar. Ben
de onlarla birlikte yol hazirligini görmek üzere sabahleyin evden çikip
dolaşir, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime;
hazirlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti.
Sonunda Resulullah ve ashabi birden yola çikiverdiler" (Vâkidî,
Megazî, III, 997, 998).
Diger iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere
katilmamişlardi. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldi ve dünya
kendilerine dar geldi. Onlarin bu sikintisi Kur'an-i Kerîm'de şöyle
açiklanir: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul
etti. Bütün genişligine ragmen yeryüzünün kendilerine dar geldigi, ruhlari
son derece sikildigi, Allah'tan başka bir siginak olmadigini anladiklari
zaman tövbe etsinler diye, Allah onlari bagişlamişti. Şüphesiz ki, Allah,
tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandir" (et-Tevbe, 9/118).
ÖZÜR NEDENIYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK OLUŞU:
Ashab-i kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların,
katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle
sabittir.
Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi
sırasında şöyle buyurmuştur: "Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz
bir dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle
birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte
olur?" diye sorunca da; "Onları burada bulunmaktan (hastalık,
gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri menetmiştir" (Buhârî, Cihâd, 140,
Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136;
Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300)
TEBÜK'E BÜYÜK YOLCULUĞA İMKÂN BULAMAYANLARIN AĞLAYIŞI:
Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler techiz ediliyor,
fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde
"ağlayanlar" diye anılan yedi kişi Resulullah (s.a.s)'a gelerek,
bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin
bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit kalmadığını
söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim
b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b.
Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Muğaffel ve Ma'kıl b. Yesâr veya Amr b.
Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber
verilir: "Cihada çıkabilmek için binek vermen için sana geldikleri
vakit: "Size verecek bir binit bulamıyorum" dediğinde, savaş araç
ve gereçleri bulamadıklarını üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri
dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe, 9/92).
Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas
b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit sağlamıştır (İbn İshak, İbn
Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III,
143).
TEBÜK YOLCULUĞUNUN BAŞLAMASI:
Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasını Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep
ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı
severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'ın sonuncu gazası oldu.
Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların "Muhammed, Ali'yi
onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır" gibi
dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz.
Peygamber'e yetişti. Resulullah'ın geliş nedenini sorması üzerine
hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan
söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen
geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim
ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin?
Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey
Allah'ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri
döndü" (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III,
24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II,
278).
Hz. Peygamber'in komutasındaki onbin kişilik İslâm ordusu Medine'den
Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladı, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük
oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla
mescit olarak bilinmektedir. Zülhuşub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ
mescidleri gibi .
Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli
olaylar vuku buldu. Allah'ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü.
Bunlardan bazıları şunlardır:
1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar:
Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere
isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti
(bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/80-84; eş-Şuarâ, 26/141-159; Hûd,
11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri
halde peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı
geçilmesini emir buyurdu.
Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek
hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkıdî, Megâzî, III,
1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle
hüzünlü bir beldeye neş'eyle girilmesini, Hıcr'da oturan halkla temas
etmemelerini emir buyurdu (Vâkıdî, Meğâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, V,
231).
Allah elçisi, Hicr'da gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden
kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin
dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki
kişiden birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.
Mücahitler Hicr'da sabahlayınca şiddetli susuzlukla karşılaştılar.
Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını istemesi
üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden
yağmur yağmaya başlamıştı (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 165; Taberî,
Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed
hak peygamber olsaydı, Musa peygamber'in Allah'tan yağmur istediği ve
yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu
yapan münâfıklar seslerini kesmişlerdi.
Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"ın kaybolması:
Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi Kasvâ kaybolmuş ve
aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan
Zeyd b. Lusayt adlı münafık; "Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen
ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini
bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu.
Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine
devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı bulunduğunu bildirdi ve
"Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana
bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler
deveyi bulup getirdiler (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkıdî,
a.g.e., III, 1010).
Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz.
Muhammed'in peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir
(Vâkıdî, Megâzî, III, 1010). Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice
b. Zeyd gibi bazı sahabiler de onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir (İbn
İshak, İbn Hişâm, IV, 167;Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).
Abdurrahman b. Avf'ın imam oluşu:
Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra
Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat
güneşin doğmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz.
Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullah'ın
geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da
imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in işareti ile namaza
devam etti. Allah elçisi bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra
ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de; "Güzel
yaptınız" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III,
1011).
Abdestte tek yıkama ve mestlere meshetme:
Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında
yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün
bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdiğine göre abdest alınırken abdest azaları
birer defa yıkanmakla yetinilmiştir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23).
Vaktinde kılınamayıp kaza edilen sabah namazı:
Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti
çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (a.s) Bilâl'e:
"Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim
mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz.
Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da
farzı kaza etti (Vâkıdî, Megâzî, III, 1015, 1016).
Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabı ile istişare etmesi:
Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah
elçisi ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer: "Eğer gitmekle emrolundun
ise git" dedi. Hz. Peygamber: "Eğer bu konuda Allah tarafından
emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım" buyurdu. Bunun üzerine Hz.
Ömer: "Ey Allah'ın Resulu orada Rumlar çok fazladır, müslümanlardan
tek kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur.
Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki
buyruğunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri
geçmedi (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre; IV, 170; İbn Sa'd, Tabakâl, II, 166;
Vâkidî, a.g.e., III, 1019).
Diğer peygamberlere verilmeyip yalnız Hz. Muhammed'e verilen beş
haslet:
Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını (teheccud) çadırının önünde
kıldığı bir gece, yanına gelen sahabilerle sohbet ederken şöyle
buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu
beş şey bana verilmişti:
a- Önceki peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün
insanlara gönderildim.
b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kılındı. Bu yüzden namaz vakti
nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise
ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.
c- Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Halbuki önceki peygamberlere
helâl kılınmamıştı.
d- Bana şefaat makamı verildi.
e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum"
(bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud,
Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce,
Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301,
II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd .).
Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans'a
karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları
akla getirmektedir.
Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı durabilecek
bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele geçirecek ve
rum diyarı İslâm'a girecek, böylece arap toplumları dışına çıkan İslâm
evrensellik özelliğine kavuşacaktır .
İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz
üzerinde farz ve nafile namazları kılmış ve böylece ibadetin yalnız
mescidlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescid anlayışı
kazandırılmıştır. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle
yetinmenin uygulamaları yapılmıştır.
Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin
beşte biri beytülmalin, beşte dördü de gazilerin hakkı olmak üzere meşrû
kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur (bk.
"Ganimet" mad .).
Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma
İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve
askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere
yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun
hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar
gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine
çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden
ayetin hükmü gerçekleşmiştir .
Ayette şöyle buyrulur: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin
düşmanınızı ve daha bundan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği
diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı
size
eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60).
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Halid b. Velid'i dört yüz atlı
ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b.
Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın,
sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid
az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını
sorunca, Allah elçisi onu "yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını"
haber verdi.
Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal
kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta
olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvanı
görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak
üzere kaleden dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak
kalenin önüne getirdiler .
Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir
Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz
mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp
haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra
kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı (bk. Vâkıdî
a.g.e., III, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd,
Tabakât, II, 62, 166).
Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması Yapılması:
Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Kızıldeniz'in kuzeyinde ve
Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru'be,
gelerek yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh
anlaşması yaptı. Hz. Peygamber Yuhanna'ya şu ahitnameyi yazılı olarak
verdi.
"Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed'den
Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve
karadaki gezen, dolaşanları için eman yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Şam,
Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'ın
ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki
malı koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktır. Denizde, karada
herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına sahiptir” (Ebu Ubeyd,
el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169).
Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halkı temsilcileri de
Tebük'e gelip Hz. Peygamber'le cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar
her yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve
buna karşılık onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki
topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (İbn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd;
İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031).
MESCID-I DIRÂR OLAYI:
Hz. Peygamber Tebük'te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, ashab-ı kiramın
ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans
ordusu saldırmaya cesaret edememiş ve amaca ulaşılmıştı. O gün için daha
fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Şam yöresini fetih gibi
bir amaçla yola çıkılmamıştı. Üstelik Şam yöresinde bulaşıcı bir hastalık
(tâun) olduğu da haber alınmıştı. Geri dönüş için yola çıkan ordu
Ramazan'ın ilk günlerinde Medîne'ye ulaştı. Hz. Peygamber Tebük'e giderken
Medine'ye bir saat uzaklıktaki Ziyevan köyüne geliniğinde münâfıklardan bir
heyet gelerek: "Ey Allah'ın Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine
gelemeyenler için özellikle yağmurlu gecelerde namaz kılmak üzere bir
mescid bina ettik. Teşrif edip burada namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle
dua buyursanız" dediler. Hz. Peygamber bunun dönüşte olabileceğini
söylemişlerdi. Bunun üzerine Tebük dönüşü bu sözü Allah elçisine hatırlatıp
yeni yapılan mescide gelmesini rica ettiler.
Bu mescid Ebû Âmir Fâsık adlı bozguncu münafık ve fasığın teşviki ile
münafıklarca Kuba Mescidinin cemaatını bölmek niyetiyle yapılmış ve Hz.
Peygamber'e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmuştu. Hz.
Peygamber bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrail (a.s) gelerek durumu
haber verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de bu mescidden şöyle söz edilir:
Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce
Allah ve Resulune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak üzere bir
mescid yapanlar; "Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin
ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar" (et-Tevbe, 9/107).
"Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki,
başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kılman
daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden
temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever"
(et-Tevbe, 9/108; bk. 109, 110).
Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-ı kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma'n
b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dırar'ı yıkmak üzere gönderdi. Bu
sahabeler mescidi yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir
mescid ortadan kaldırılmış oldu (bk. İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71;
İbn Sa'd, Tabakât, III, 540 vd; İbn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil
Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422).
Özürsüz cihada katılmayan üç kişinin çilesi:
Resulullah (s.a.s) Tebük'ten dönüşte Medîne'ye girişte doğrudan Mescidi
Nebevî'ye girip iki rekat namaz kıldı. Çünkü seferden dönüşte bu,
Resulullah (s.a.s)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine
katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit
ettiler. Hz. Peygamber dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç
yüzlerini Allah'a havale etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı
seksen kadar idi.
Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye meşrû bir
özürleri bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamber'in
huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler.
Resulullah (s.a.s) halkı bu üç sahabe ile görüşüp konuşmaktan menetti.
Üçü de bir köşeye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Dünya
başlarına zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b.
Sâbit (r.a)'i göndererek kadınlarından da ayrı durmalarını bildirdi.
Böylece eşlerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş
oluyordu. Yalnız Hilâl b. Ümeyye'nin eşi Allah elçisine gelerek;
"Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur. Yalnız mutfak işlerine yardımcı
olsam" diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin
verildi.
Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen
ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat
elbise giydirmişti. Mescide geldiklerinde Allah'ın Resulu Ka'b b. Mâlik'e
şöyle buyurdu: "Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en
hayırlısını sana müjdeliyorum". Ka'b; "Bu müjde tarafınızdan mı,
yoksa Allah tarafından mı?" diye sorunca, Hz. Peygamber;
"Doğrudan Yüce Allah tarafından" buyurdu. Bunun üzerine Ka'b,
bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istediğini bildirdi. Hz.
Peygamber, bir bölümünü kendisine ayırmasının daha hayırlı olacağını
söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e.,
II, 175 vd.).
Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir:
"Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün
genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece
sıkıldığı, Allah 'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları
zaman tövbe
etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok
kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118).
Ka'b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî iltifata, doğru sözlülükleri ve
samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka'b bu olay üzerine, artık ömrü
boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz
verdi. Diğer münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk
olurken onlar selâmete çıktılar
|